Zekâmız, kendini kibrin harlı ateşinden korusun
Dile kolay, tam sekiz yıl olmuş. Yeni bir İhsan Oktay Anar romanı çıkmayalı, edebi hasretin bu en nevi şahsına münhasır olanıyla baharlar yaza, yazlar kışa tam sekiz kere döneli. Sabrın sonu ise bu hafta Everest Yayınları’ndan çıkan “Tiamat”. Deniz kokulu, tiril tiril bir esenlik hâlinin kitap şeklinde gövde bulduğu. Yeterince bekledik, bir de ben bekletmeyeyim. Hemen başlayalım: 1915 Zemheri bitimi. Port Said’in 40 mil poyraz tarafında bir tahtelbahir gemisindeyiz bu defa. Bir Osmanlı denizaltısında. Düşman gemileri batırmak için, canla başla çalışıyor mürettebat. Batırdıkları bir destroyerden geriye kalan şilepten savaş ganimetlerini alıp yola devam etmek için denize iniyor bir grup asker. Şilepte kafaları patlamış cesetler arasında ilerleyerek yiyecek, içecek, meyve derken bir sandığa rastlıyorlar. Onu tahtelbahire taşıyorlar. Sandığın gemiye girişiyle birlikte o ana kadar normal akışında giden hayat doğaüstü olayları peş peşe seriyor mürettebatın önüne.
Altın yaldızla kaplı, karşılıklı iki melek tasviri bulunan sandığın kapağını güçlükle aralayan gedikli çavuş, kapağın üstüne kapanmasıyla tek kolunu kaybediyor. Acı içinde yatağına geçiyor. Şilepten getirilen yiyeceklerle sofra hazırlanıyor. Yeniliyor, içiliyor, sohbet, muhabbet.. Yemeğin sonunda gedikli çavuşun yatağında olmadığını fark ediyorlar. Örtüyü kaldırdıklarında karşılarına sırra kadem basan çavuşun sandığın içinde kalan kopuk kolu çıkıyor.
Sandık kararıyor, melekler ifrite dönüşüyor. İnsan aklını zorlayan bir kaosa doğru sürükleniyor mürettebat. Kitaba adını veren Tiamat, geminin çağrı kodu ama mitolojideki bir deniz tanrıçasının ismi aynı zamanda; kaosun sembolü. Düşman, geminin içinde artık. Karnına attığı kömürleri yakarak yaşam bulan bir canavar çıkıyor sandığın içinden. Eşlikçileri de yine şilepten getirilen yedi adet çivi. Bu çiviler, canavarın kontrolünde mürettebatın kafalarına saplanarak onları küçük canavarlara dönüştürüyor. Bu canavarlar karşısına çıkan mürettebatın canını alıyor. Yüz derileri kopuyor, beyinler tavana sıçrıyor, her yer vücut sıvısı, kan revan. Altı küçük canavarın musallat olduğu altı denizci aracılığıyla zekâsını katlıyor büyük canavar. Kaos giderek büyüyor. Ve biz bu doğaüstü evrende bir grup askerin varoluş mücadelesini nefes nefese takip ediyoruz.
Okuma ziyafeti
“Tiamat”ın heyecan dozu giderek artan hikâyesi genel hatlarıyla böyle. Ama bu kadar değil. Anar, bu ana katmanı felsefi içerikle çeşitlendirip çok daha büyük bir hikâye yazıyor. “Oynak kaypak muhtevalarıyla” dağınık zihinlere gönderme yapıyor misal. Hür olduklarını düşünmelerine rağmen aslında öyle olmayan insanlara. Onları tanımlarken “Hesaplama ve ispatta, matematiğin ve mantığın esaslarına kuzu kuzu ve hürmetle boyun eğen, itaatkâr ve yumuşak başlı matematikçiler gibiydiler” ifadesini kullanıyor. Var olabilmek için aklın hükümlerinin esaretini kabul ettiklerini söylüyor. Ruhlarını zihinlerine hapsettiklerini. Bir şeyin içinde çok fazla akıl varsa, ruh parmaklıklar ardında değil midir? O şey çokça yavan, alınan tat kekremsi, ağır bir de huzursuzluk.
Peki ya zekâ? Hele canavarınki gibi katlanmış bir zekâysa karşımızdaki? Roman karakterlerinden Mülazım şöyle açıklıyor durumu: “Buna rağmen bizim yine de bir üstünlüğümüz var. Ona göre aptal olmamız. Aptal akıllıyı, akıllı da aptalı öngöremez. Aptal olarak bilgi karşısında tokgözlüyüz. O bizden zeki olduğu için açgözlü. Bilgi konusunda seçici olmadığı, iştahlı ve şehvetli olduğu için kendi kuyruğunu ona yutturacağız. Zekâsıyla birlikte güveni de arttı. Onu kibriyle de vuracağız.” “Tiamat”, açgözlü bir zekânın verdiği kibrin sahibini kendi elleriyle nasıl kurban ettiğinin de görkemli bir anlatısı.
Bir köşe yazısının yüzölçümüne sığmayacak kadar fazla romanın katmanları. Kaldı ki anlatarak ifade edilebilecek bir roman değil “Tiamat”. Anar’ın, benim gibi denizcilikten anlamayan okuru sıkıştıran Osmanlıca deniz terimlerinin üstüne çıkan benzersiz dili girmeden işin içine, sayfalarca yazsam bu büyük romanın sınırlarını çizebilmem imkânsız. Dilin musikisine öyle bir kaptırıyor ki insan kendini, güfteyi kaçırıveriyor ara ara. Sonra dönüp yeniden okuyor. Dinliyor, okuyor. Beste güfteyi, güfte besteyi tamamlıyor. Gerisi tarifsiz güzellikte bir okuma ziyafeti, sofradaki tüm kırıntıları iştahla ruhumuza geçirdiğimiz. Son satırda bir dua gibi mırıldanıyorum: Akılla dolmasın yaşamlarımız, zekâmız kendini kibrin harlı ateşinden korusun. İyi pazarlar.