Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | Şehir hayatından kaçmak
06 Ocak 2013 - 07:01
"Dreamland"de, kapıdan girişteki karşılama işinde Bodrum’dayız. “Sakin Sular” adlı bu işte, denize henüz girmiş ellerini suya değdirerek, ısısını ölçmeye çalışan bir kadın figürü… Grisi bol, sisli puslu bir öğleden sonraydı Nişantaşı’ndaki Dirimart’a girdiğimde. Bahar Oganer’in yeni sergisi “Dreamland” için. Şehrin gürültüyle akan, kalabalıkla yürüyen hengamesinin ardından gerçekten de bir rüyanın içine girmek gibiydi. Hani öyle uyanmak istemediklerimizden.

Bahar Oganer, sergisini hazırlarken metropollerden doğaya kaçma duygusuyla yola çıkmış. Henüz 1.5 yıllık bir İstanbullu o. İstanbul’a geldikten sonra bu kaçma duygusuyla tanışmış. Kısa sürede fark etmiş ki, çevresindeki hemen herkes aynı dertten mustarip, herkeste bir yeşil-mavi hasreti… Bu ortak duyguyu işlemek istemiş “Dreamland”de. Orman ve deniz üzerine kurgulamış sergisini.

Serginin girişinde sağda “Çıkış Yolu”. Ihlamur Kasrı burası. Ihlamur Kasrı bir kurgu şehir gibi gelirmiş Oganer’e. Çocukların oynadığı, gelinlerin fotoğraf çektirdiği, sincapların ağaçlarda gezindiği, insanların yeşillikler içinde yürüdüğü; sanki şehir çok uzaktaymış gibi. Oysa kapıdan çıkar çıkmaz, sağı takiben Beşiktaş karmaşası, soldan Mecidiyeköy, Şişli trafiği… Ne olursa olsun. Resme bakarken, ağaçların arasından geçip az ileride oturacak, ince belli bardakta sıcacık çayını yudumlayacakmış gibi hissediyor insan.

Kapıdan girişteki karşılama işinde Bodrum’dayız. “Sakin Sular” adlı bu işte, denize henüz girmiş ellerini suya değdirerek, ısısını ölçmeye çalışan bir kadın figürü… Mavinin sıcak tonlarını paylaşan deniz, gökyüzü ve kendisiyle baş başa bir kadın… Telefonlar çalmıyor, trafikte kalınmıyor, birilerine bir şeyler anlatma zorunluluğu yok… Ne SMS alıyorsunuz, ne de e-posta kutunuza düşenlere yetişmeye çalışıyorsunuz. Tarifi zor bir özgürlük duygusu.

Bir diğerinde karlı dağlara bakıyor kadın. “Derin Nefes” adlı işte, göğe dikmiş gözlerini, derin derin nefes alıyor. Sanki yağmur sonrası mis gibi toprak kokuyor her yan… “Serin Sular”da suyun içine girmiş, alışmış, mutlu… “Çiçekli Portre”de badem ağacının çiçekleri arasında gizlenmiş. Üzerindeki elbisenin çiçekleriyle, dışındakiler aynı. İçiniz nasılsa dışınız da öyledir ya hani…
Figürlerin hepsi Oganer’in kendisi ve hepsinin arkası dönük. Resimlere bakarken figürle bütünleşiyor insan. Onun durduğu yerden kendi gördüğünü yaşıyor. Türlü şekillerde okumak mümkün işleri ama hepsinden, herkesin hemfikir olacağı bir huzur geçiyor.

“Dreamland”de derin problemlere, siyasi meselelere girmek istememiş Oganer. Bizi bir süreliğine şehir hayatından kaçırmakmış dileği. Bazen kaçarsınız ama kurtulamazsınız. Bahar Oganer’in sergisinde hem kaçıyor hem de kurtuluyorsunuz. Bu duyguyla dışarı çıktığınızda Nişantaşı o kadar da gri görünmüyor göze…

Aşkı sınamak

Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva, Michael Haneke'nin "Aşk / Amour" (2012) filminin odak noktasındaki çift.


Bir düşünsenize... Seksenli yaşlarını süren bir çiftisiniz. Sabah kahvaltısı sırasında donup kalıyor eşiniz. Öyle birden bire, bir anda. Bu uzun, sessiz bakışın teşhisi kısa sürede konuluyor; boyundaki atardamarda tıkanma. Ardından gelen ameliyat ve eve sağ tarafında felçle dönen eşiniz. Hayat artık onun giderek kötüleşen hastalığının gerektirdiği koşullara göre düzenleniyor. Onu hastaneye göndermeyeceğinize de söz verdiğinizden bütün bakımını üstleniyorsunuz. Fizyoterapisini yapıyor, banyosunu yaptırıyor, yatağı ıslattığında duyduğu utancı yok etmeye çalışıyorsunuz. Dönüşümlü gelen hemşireler giriyor hayatınıza. Artık tamamamen yatağa bağlı, bezleniyor, yemek yiyemiyor, su içemiyor, konuşması anlaşılmıyor. Ya da donup kalan sizsiniz o sabah, aynı süreci bu defa eşiniz üstleniyor… Düşüncesi bile canını acıtıyor insanın, hele bir Michael Haneke filmiyse sözkonusu olan, izlemesi de öyle… Haneke’nin geçen yıl Cannes’da Altın Palmiye alan filmi “Amour/Aşk” bu. Ama ne aşk!

Haneke’nin piyano sesleriyle kapısını bize açtığı evden emekli müzik öğretmeni Anne’in (Emmanuelle Riva) ‘yardım edin’ iniltileri yükselirken ve kocası Georges’un (Jean-Louis Trintignant) çaresizliği insanın içine işlerken film boyu, ‘aşk’ tanımdan tanıma atlıyor. Burjuva sınıfının yaşlılıkla ve hastalıkla imtihanı da bu “Aşk”a dahil. Şefkat sonra, bağlılık, sevgi, merhamet ve hatta şiddet… Aklımıza bile getirmek istemediklerimizi, gözümüzün yaşına bakmadan önümüze koyuyor Haneke. Bu defa teselli niyetine “Amaan böyle şeyler filmlerde olur ancak” deme şansınız yok; hayatın ta kendisi, olanca sahiciliğiyle… Aşkla ilgili bildiğimiz her şeyi sınatan sert bir film bu. İstanbul’da sadece üç salonda gösterime giren bir başyapıt. Filmekimi’nde görmediyseniz ve hazır şehre bir kez daha Haneke gelmişken, kaçırmayın.