Kelimeleriniz hangi yola revan?
Emanet kelimelerle aşk olur mu? Aşkta dış görünüş ne kadar önemli? İnsan ruhunun derinliklerine inen sözleri nedeniyle bir cüce devleşebilir mi? Yakışıklı ama bildiği tek dil sokağınki olan ve klişelerden öteye geçemeyen bir adam, bir kadın üzerindeki etkisini ne kadar sürdürebilir? Sizin beğenmediğiniz kendinizi, bir başkası beğenebilir mi? Kırık dökük bir özgüven daha baştan ilişkiye sekte vurur mu? Bütün bu soruları derinlemesine tartışır Edmond Rostand’ın “Cyrano de Bergerac” adlı eseri. 17. yüzyılda yaşamış Parisli şair, oyun yazarı ve silahşor Savinien Cyrano de Bergerac'ın gerçek hayat öyküsünden esinlenilerek yazılmış bir tiyatro metnidir. Bu eser 1950 tarihli Jose Ferrer’in yönettiği filmle sinema tarihindeki serüvenine başladı. Başka uyarlamalar da oldu. Jean-Paul Rappeneau imzasını taşıyan 1990 yapımı Fransız uyarlamasında uzun ve çirkin burnuyla Cyrano’yu canlandıran Gerard Depardieu’yu hatırlarsınız. Ve bu kez İngiliz yönetmen Joe Wright’ın imzasıyla vizyonda “Cyrano”. Peter Dinklage’in canlandırdığı Cyrano, Depardieu’nunkiyle yarışıyor.
Hikâye özetle şöyle: Cyrano, kralın muhafız alayına kumanda eden, çok iyi kılıç kuşanan, sıradan kelimeleri kendine has bir simyayla sıra dışı haline getirme yeteneğine sahip bir kahraman. Çocukluktan itibaren tanıdığı Roxanne’e deli gibi âşık. Ne var ki cüce olması nedeniyle bu aşkı itiraf edecek cesareti yok. Kendini ona layık görmüyor. Roxanne ise siyahi bir asker olan Christian’a tutulmuş. Klasik bir fiziksel çekilme bu. Christian, kendini bildi bileli kitapların, sözün büyüsüne tutkun Roxanne’i etkileyebilmek için Cyrano’dan yardım istiyor. Cyrano, Roxanne’e Christian adına birbirinden güzel mektuplar yazıyor ki bu mektuplar Roxanne’in aşkının yakıtı oluyor. Sadece bir kez kendi kelimeleriyle Roxanne’e yaklaşmaya çalışıyor Christian; gel gör ki kız buz gibi soğuyor. Emanet kelimelere geri dönüyor. Bir de De Guiche var. Kraldan sonra en etkili kişi. Zengin, paralı, nüfuzlu. O da bunları kullanarak, sadece ‘sahip olmak’ dürtüsüyle yaklaşıyor Roxanne’e.
Bu üç erkek ve Roxanne arasında geçen bir hikâye “Cyrano”. Söz konusu kuartetin her bir ayağı için farklı okumalar yapmak mümkün. Yazının başında değindiğim çok sayıda soruyu tartışıyor. Filmin hüzünlü sonunu bir yana bırakırsak benim için en önemli okuma ‘dil’ üzerinden olan. Kullandığımız kelimeler, iç dünyamızı yansıtan en önemli ayna bana kalırsa. Hani fikri neyse zikri de odur, denir ya. Fikri oluşturan da aynı iç dünya. Ve çok kıymetli. Film, bu satırın altını kırmızı kalemle çiziyor.
Evet belagat bir sanat, iyi yazı yazmak, şiir de öyle. Ama Cyrano’nun kelimelerinin gücü, oynadığı oyuna rağmen, sahiciliğinden geliyor. Roxanne’i etkileyen de bu. Ve sanırım aşkı aşk yapan da bu sahicilik. Temiz bir kalbin kuyusundan çekilen. İki insan arasındaki yakınlığı da onun vücut bulduğu kelimeler tesis ediyor. Bazen sıcacık tek bir kelime bile yapabiliyor bunu. Mesele zengin kelimeler kadar zengin bir iç dünya aslında. İstediğiniz kadar iyi bir hatip olun, iç dünyanız kupkuruysa, harfleriniz çınlamanın ötesine geçmeyecektir. Peter Dinklage’in olağanüstü bir performansla canlandırdığı Cyrano’yu izlerken hep bunları düşündüm. Zengin bir iç dünya nasıl oluşur? Bu da başka bir yazının konusu.
“Cyrano”yu görün isterim. Sonra dönüp iç dünyanızı bir yoklayın. Samimiyet karinesi önemli. Bakalım ne çıkacak sonuç? Oranın samimiyeti, sıcaklığı kadar serinliği, duyarlılığı, dürüstlüğü çok önemli. Kelimeler, sonuca göre hangi yola revan olacağını bilir.
İyi pazarlar dilerim.