Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | ‘İnsan kendini bir kitapçıda asla yalnız hissetmez’
‘İnsan kendini bir kitapçıda asla yalnız hissetmez’
02 Temmuz 2018 - 10:07Çocukken ettiğim dualardan biri Konfüçyüs’ün meşhur duasıydı: “Tanrım bana kitaplarla dolu bir ev, çiçeklerle dolu bir bahçe ver”. Duam kabul oldu. Uzun yıllardır kitaplarla dolu bir evde yaşıyorum. Kitaplarla dolu her yeri sevdim ben. Ama en çok da kitapçıları.
Çocukluğumun butik kitapçıları bir başkaydı. Bugünkü gibi aradığınız kitabı bilgisayara girip, rafını tespit etmek gibi yöntemler yoktu tabii. Kitapçının zihnindeydi kayıtlar, onca rafın arasından birkaç saniyede buluverirdi aradığınızı. Onunla sohbet etmek de ayrı bir keyifti. Seyyar kitapçılara da bayılırdım. Açık havada kitap kokusu... Teşvikiye Camii’nin önünde upuzun bir tezgah vardı lise yıllarımda. Harçlıklarımdan biriktirdiklerimle haftada bir iki kitap aldığım. Başında da Nejat İşler dururdu. Civardaki liselerin kızları sırf onu görmek için mutlaka uğrarlardı bu tezgaha. Yakışıklılığıyla birçok genç kızı kitap sever yapmıştır İşler… Şahidim.
/* */
Sonra zincir kitapçılar dönemi başladı. Daha çok kitabı bir arada bulabildiğimiz. Onları da sevdim. Velhasıl hayatım boyunca içinde en çok mutlu olduğum, zamanın nasıl geçtiğini anlamadığım yerlerin başında hep kitapçılar geldi. Her defasında yüzlerce dostla birlikteymiş hissi yaşadım buralarda. Kitapçılar oldukça, yalnızlık korkum olmaz benim. Katalan yönetmen Isabel Coixet’in Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan, Penelope Fitzgerald’ın romanından beyazperdeye uyarladığı, halen gösterimde olan son filmi ‘The Bookshop’ta da dediği gibi “İnsan kendini bir kitapçıda asla yalnız hissetmez”.
John Berger’a ithaf edilen film, ‘50’lerin başında İngiltere’deki Hardborough kasabasında geçiyor. Bir kitapçıda tanışıp evlendiği ve savaşta kaybettiği eşinin ölümünün ardından bu kasabaya yerleşen Florence Green, kasabada bulunan tarihi bir evi kitapçı olarak işletmeye karar veriyor. Banka kredisiyle yapıyı aldıktan sonra kitapçı dükkanını adım adım kurmaya başlıyor. Öyle insanların kitap kurdu olduğu bir kasaba değil burası. Ama Florence, insanların dönüşebileceğine, kitaplara bir süre sonra karşı koyamayacağına inanlardan. Aynı zamanda evi de olan bu kitapçıyı kanaviçe gibi işlerken halk da zaman içinde kayıtsız kalamıyor zaten. Ne var ki Florence karşısında kasabanın ileri gelenlerinden Violet Gamart’ı buluyor. Bayan Gamart, Florence’ın dükkanını sanat merkezi yapmak istiyor. Sanata düşkünlüğünden filan da değil, gösterişine iyi bir zemin olacağını düşündüğünden. Kitapçının açılmaması için Florence’ı tehdit ediyorsa da başarılı olamıyor. Dükkan açıldıktan sonra da kapanması için elinden geleni yapıyor. Bütün bu süreçte, hayatını kitaplarla inşa etmiş, gece gündüz kitapçısını var etmek için çalışan Florence yılmıyor. Kasabalıyı çağdaş edebiyatla tanıştırıyor. Tam da Nabokov’un ‘Lolita’yı çıkardığı dönemler. Kitabı satsın mı satmasın mı karar veremiyor başlangıçta. Ama sonra iyi edebiyat olduğuna inandığından 200 kopya getirip vitrinini ‘Lolita’ ile süslüyor. Kasabaya hakim Viktoryen ahlakın sinirini bozsa da…
Cesur bir kadının kitap aşkının incelikli bir senaryoyla işlendiği nefis bir film bu. O kadın ki, metruk bir evden, büyüleyici bir kitapçı çıkarıyor ortaya. Juliet Binoche’un ‘Chocolat’ını seyrettikten sonra, nasıl sabahlara kadar çikolata yemek isteği duyduysam ‘The Bookshop’ı izledikten sonra da eve koşup sabahlara kadar okumak istedim. Kitapseverleri, kitapçı sevenleri mutlu edecek zarif bir film. Görmenizi çok isterim.