“Gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir”
1993 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından denize bırakılan ağaç oyma bir Lenin heykeli, Düzce’nin Akçakoca ilçesinde karaya vurur. Halk heykele büyük ilgi gösterir, heykelle fotoğraflar çekilir derken kasaba meydanına dikilmesine karar verilir. Ama bürokratik engeller yüzünden bu karar hayata geçmez. Heykel belediyenin deposuna kaldırılır. Buraya kadar anlattığım hikâye gerçek. Peki, bürokratik engeller çıkmasaydı, heykelin başbakanın da katılacağı büyük bir açılışla meydana dikilmesi sözkonusu olsaydı, hatta açılışa bir gün kala heykel kaybolsaydı ne olurdu? İşte bu alternatif hikâyenin anlatıldığı, Barış Bıçakçı ve Tufan Taştan’ın senaryosunu yazdığı, Taştan’ın yönetmenliğini üstlendiği “Sen, Ben, Lenin”, 26 Kasım’da vizyona giriyor.
Filmde, bir sabah kıyıya vuran Lenin heykeli kasabada büyük heyecan yaratıyor. Belediye başkanı, bir turizm beldesi yapmak istediği kasaba için bu heykeli kasaba meydanına dikmenin büyük bir kazanım olacağına inanıyor. Gerekli hazırlıklar yapılıyor. Açılışa başbakan davet ediliyor ama işte açılışa bir gün kala heykel ortadan kayboluyor. Sovyet ve Türk makamlarında bir krize neden oluyor bu durum. Ankara, derhal iki polis gönderiyor kasabaya, 12 saat içinde heykeli bulmaları için. Klasik Türk polisi Erol (Barış Falay) ve genç, fazla titiz, hayal dünyası geniş Ufuk (Saygın Soysal) kasaba halkını sorgulamaya başlıyorlar.
İnsan bir gayya kuyusu
Sorgulanan kasaba halkı, bir yıldızlar karması. Kimler yok ki içlerinde? Nur Sürer, Melis Birkan, Serdar Orçin, Salih Kalyon, Binnur Kaya, Hasibe Eren, Özgür Çevik, Serhan Keskin, Murat Kılıç, Şerif Erol… Tek mekânda geçen filmde, sorgu odasında bu isimlerin verdiği ifadeleri izliyoruz. Bir masanın arkasında oturup, mimik ve jestlerle küçücük rollerde olağanüstü oyunculuklar sergiliyorlar. İçlerinde cami imamı var, fotoğrafçı var, kahveci, öğretmen, marangoz, ev kadını, balıkçı, belediye başkanı, annesinin anlattığı dini hikâyelerden etkilenen küçük bir çocuk… Her biri heykeli çalanın kendisi olmadığını anlatıyor.
Çok eğleniyoruz seyrederken, zaman zaman bir hüzün çökse de. Bir yanıyla absürd komedi olan film, içindeki polisiye öğelerle merak duygumuzu kamçılıyor. Ama hepsinden önemlisi karakterlerin iç dünyalarını izleme şansımızın olması. Bir yandan savunma yaparken bir yandan da kendi hikâyelerini anlatıyorlar. Bir insan galerisinin içinde, onların hayata bakışlarını, ideolojilerini, savunma biçimlerini, korkularını, sevinçlerini, umutlarını, kişilik özelliklerini ve heykelle kurdukları ilişkiyi nefesimizi tutarak gözlemliyoruz. İnsan denen gayya kuyusunun derinliğinde ilerlemek, bu karmaşayı çözmeye çalışmak çok heyecan verici. Peki heykeli çalan kim? Heykelini diktiklerimizi, fikirlerine dikkate almadan putlaştırmanın sonuçları neler? Lenin heykeli mi kasabayı değiştirecek, kasaba mı Lenin’i? Açılış yapılabilecek mi? Bu soruların yanıtları için, 26 Kasım’da pandemi boyunca hasretini çektiğimiz beyaz perdenin karşısına oturup “Sen, Ben, Lenin”i izlemenizi çok isterim.
Son olarak, film, Seyyal Taner’in muhteşem sesiyle seslendirdiği, Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinden Barış Diri’nin bestelediği şarkıyla sona eriyor. Ki bu şarkıyla filmin çemberi tamamlanıyor: “Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile. Gelse de. Öyle sürekli değil. Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün. O kadar çabuk. O kadar kısa, işte o kadar. Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar. Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar. Mendilimde kan sesleri.”
Cansever’in şiirinin ortalarındaki bir dizeyle sonlanıyor film. “Gülemiyorsun ya, gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir.” Hep birlikte güleceğimiz nice güzel günlere…