Bana Bergman verin tüm vizyon sizin olsun!
Bir süredir korona nedeniyle uzak kaldığım sinemayla yeniden buluşmanın keyfini sürüyordum. Genelde seçtiğim salonlarda ya hiç kimse olmuyordu ya da en fazla birkaç kişi… Ne var ki bu hafta Omikron vakalarındaki artıştan sonra her ne kadar iki Sinovac, üç Biontech olduysam da, sinemaya gitmeye cesaret edemedim. Neyse ki bu duruma karşı bir alışkanlığım var. Ben sinemaya gidemiyorsam sinema eve gelir, biliyorum. Çeşitli platformlarda izleyecek film ararken, MUBI’de Ingmar Bergman’ın Oda Üçlemesi’nin son filmi olan “Sessizlik” (Tystnaden, 1963) ile karşılaştım. İlk iki filmi “Aynadaki Gibi” (Såsom i en Spegel, 1961) ve “Kış Işığı”nı (Nattvardsgästerna, 1963) daha önce izlemiştim. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Bana Bergman verin, bütün vizyon sizin olsun!
Evimin sessizliğinde difüzörden yükselen bergamot kokuları içinde filmi izlemeye başladım. Ben her bir Bergman filmiyle, insan ruhunun yeni bir kapısını daha araladığı için heyecan duyanlardanım. Sinemanın filozof psikiyatrı acaba bu defa ne anlatıyor? Film bir tren kompartımanında açılıyor. Anna, 10 yaşındaki oğlu Johan ve ablası Ester. Üçü birlikte bir Orta Avrupa şehrine yolculuk ediyorlar. Ester’in rahatsızlanmasıyla, dilini bilmedikleri, insanını tanımadıkları bir şehirde mola vermek zorunda kalıyorlar; sokaklarında tankların gezdiği hayâli bir şehir: Timoka. Estoncada “celladına teslim olmak” anlamına geliyormuş. Kaldıkları otelde yalnızca cüceler konaklıyor. Derin bir sessizlik var katlarda. Odadaki vantilatör bile hiç ses çıkarmadan ağırdan alan bir ritimle çalışıyor. Kimseyi serinlettiği yok.
Yolcularımız arasında da belirgin bir sessizlik dikkat çekiyor. Kısa süre sonra bunun iletişimsizlikten kaynaklandığını görüyoruz. İletişim kuramamanın yarattığı sessizliği bilirsiniz. Restoranlarda saatlerce baş başa yemek yiyip birbirleriyle hiç göz teması kurmayan, tek kelime konuşmayan çiftler vardır hani. Onlarınki sessizliği paylaşmak değildir ama. Yüzlerinde bir arada olmanın verdiği sıkıntı fark edilir. İkili olma mecburiyetinin ağırlığı. Anna ve Ester arasında da bu gerilim var. Neden yola çıkmışlar, niye oradalar bilmiyoruz ama bu durumdan fena halde rahatsızlar. Sessizliğin hâkim olduğu filmde yaptıkları kısacık tartışma sırasında kurdukları birkaç cümleden anlıyoruz ki, sevgisizlikle kurulmuş zoraki bir bağ aralarındaki. Sarf ettikleri cümleler iletişimsizlik şahikaları.
Tam da bu noktada, kız kardeşlik müessesesinin netameli yanıyla yüzleşiyoruz. Birbirine zıt iki kardeş. Beslendikleri kaynaklar bambaşka. Anna, hayatı boyunca fiziksel güzelliği öncelemiş. Her şey aynı merkezde bir arada duran güzellik ve haz kavramı ekseninde dönüyor onun dünyasında. Varoluşu bu kavramların pençesinde can çekişiyor. Ester, çevirmen. Kelimelerden ördüğü duvarların arasına hapsetmiş kendisini. Yaptığı her şeyde çok fazla "akıl” var. Anna varoluşsal acılarından kaçmak için bedensel hazza sığınırken, Ester alkolü tercih etmiş. Sığınaklar (!) bu kadar işlevsiz olunca kendilerine faydaları dokunmadığı gibi aralarındaki ilişkide de hep bir gerilim örüntüsü hüküm sürmüş. Didaktik, köşeleri olan yargılayıcı bir abla ve onun bu tutumu karşısında ezilmiş, isyan etmiş, isyanı sevgisizliğin nefrete dayanan sınırına varmış bir kız kardeş. İkisi de kesif bir acı çekiyor. Sanki oraya cellatlarına teslim olmaya gelmiş gibiler.
Bergman bir kez daha çocuklukta aldığımız yaraların yetişkinlikteki etkilerine vurgu yapıyor. Büyük bir sessizlik içinde. Tanrı’nın sessizliği de buna dâhil. Zaman, mekân ve amaç belirsizliği, “anlam”a ait hiçbir iz olmayışı sessizliği daha da artırıyor. Aralarındaki tek iletişim fırsatı ikisinin de çok sevdiği küçük Johan. İletişim adlı yabancı dilde yazılmış kelimeleri öğrenmeye sadece onun niyeti var.
Bergman sevenler için bir mücevher “Sessizlik”. Bittikten sonra zihinde ışıl ışıl parlıyor. İzlemenizi çok isterim.
İyi pazarlar.