Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | Anlamak, anlaşılmak...
06 Mart 2017 - 10:03 | Casey Affleck ve Lucas Hedges, 'Manchester by the Sea'de.
Bir insanla yaşanan doğru iletişimin nasıl şifa verdiğini görmenin hazzı var 'Manchester by the Sea'de
Geçen hafta yaptığı yanlışlıkla gündeme oturan Oscar'daki en doğru kararlardan biri de 'Manchester by the Sea' adlı filmdeki Lee karakteri ile En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nün Casey Affleck'e verilmesiydi.
 
Filmde Lee, Boston'da tesisatçılık yapan, iki apartmanda birden çöpleri çıkaran, daireleri boyayan, elektrik işleriyle uğraşan mutsuz, depresif bir adam. Günlerden bir gün doğup büyüdüğü kasaba olan Manchester by the Sea'deki aile dostundan abisinin kalp krizi geçirdiğini öğreniyor. Apar topar hastaneye gittiğinde ise öldüğünü görüyor. Daha bunun şokunu atlatamamışken, abisinin oğlu Patrick'in vesayetini kendisine bıraktığı haberini alıyor avukattan. Bu, Boston'daki hayatını bırakıp Manchester by the Sea'ye taşınması demek. Burada yaşadığı trajik olayla yeniden yüzleşmesi, yarım yamalak sardığı yaraların yeniden kanaması... Zaten derin bir suçluluk duygusu içinde. Patrick ise yaşadığı yeri, okulunu, arkadaşlarını bırakıp başka bir yere taşınmaya karşı çıkıyor. Lee, koca bir çıkmazın içinde buluyor kendini.
 
Kolay olmamış hayatı Lee'nin. Orta karar bir evlilik, üç çocuk. Alkolizm gibi bir sorun. Arkadaşlarına evinde verdiği partide, bira, ot, kokain ne varsa aldıktan sonra, karısının evdekileri kovalamasıyla, tek başına oturup içmeye devam ediyor. Çocuklar ısınsın diye şömineyi yaktıktan sonra evde bira kalmadığı için markete gidiyor. Sarhoş kafayla şöminenin önüne kıvılcım önleyici ızgarayı koymayı unutuyor. Biraz açılmak istediğinden markete kadar olan 20 dakikalık mesafeyi yürüyerek alıyor. Bir o kadar da dönüş. Döndüğünde evin kül olduğunu görüyor. Sadece karısı kurtulabilmiş. Çocukları ölmüş. Bu ağır travmanın da etkisiyle sorgusu bittikten sonra polislerden birinden kaptığı silahla kendini öldürmeye kalkıyor ama olmuyor. Sonrası Boston'a taşınıp oradaki tek göz odasında sürdürdüğü 'kaybeden' hayatı.
 
Bütün bunların ardından 16 yaşındaki bir çocuğun vasiliğini üstlenme sorumluluğu da  kalınca üstüne, iyiden iyiye bir çıkmaza giriyor. Patrick'le birlikte yaşamaya başlıyorlar. Genelde limoni olan araları, bazen karşılıklı anlayış göstererek, bazen kavga ederek, inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Patrick'in tek amacı, babasıyla en güzel günlerini geçirdiği tekneyi elden çıkarmamak. Ne var ki motoru bozuk, yenisini alacak para yok. Lee satmak istiyor ama Patrick baba yadigarına kıyamıyor. Tekne üzerindeki tartışmalar, sonunda Lee'nin bulduğu çözümle tatlıya bağlanıyor. Bu olay aralarındaki buzları bir miktar eritiyor.
 
Film boyunca, babasını kaybetmiş ergen bir çocukla, mutsuz bir amcanın ilişkilerinin aldığı yolu izliyoruz. Casey Affleck, ölçülü ve inandırıcı oyunculuğuyla rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Bu çaresiz amcaya yardım etmek istiyor insan. Şöyle bir silkelemek, kendine gel demek. Bunu biz yapamadığımız gibi, filmdeki karakterler de yapamıyor. Filmin sonunda birdenbire hayat dolu bir insan olmuyor Lee ama yeğeniyle kurduğu ilişkide yavaş yavaş iyileşmesini mutlulukla izliyoruz. Öte yandan Patrick de o bunalımlı havasından usul usul sıyrılıyor.Velhasıl, bir insanla yaşanan doğru iletişimin nasıl şifa verdiğini görmenin hazzı var en çok 'Manchester by the Sea'de. Anlamaya çalışmak, anlaşılmak. Bazen de bütün mesele bu... Yaşamın içindeki o çok bilinmeyenli denklemleri çözmek için.