Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | "Babalar alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır"
"Babalar alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır"
31 Ekim 2016 - 10:10Hasan Ali Toptaş, 'Kuşlar Yasına Gider'de hikâyesini anlatırken, Anadolu'nun simgelerinden, yerel dilinden, türkülerinden, batıl inançlarından, insanlarının yaşantılarından, değerlerinden de yararlanıyor
Çocukluğumun en güzel zamanları babamın halı saha maçlarını seyretmeye gittiğimiz akşamlardı. Ben ve kız kardeşlerim, tribünde boncuk gibi dizilir, orta sahada top koşturan Lefter lakaplı babam gol attıkça sevinçten havalara uçardık. Çok yakışıklıydı babam, simsiyah saçlar, yeşil hareli ela gözler, insana yaşama sevinci veren kocaman bir kahkaha... Onu hiç ağır aksak görmedim. Koşar gibi yürürdü, yerinde duramazdı. 1999 yılına kadar. O yıl geçirdiği beyin kanamasıyla sağ tarafına felç geldi. Doktorlar, fizik tedavi derken yarı yarıya iyileşti sağ yanı. Ama bir daha meşin yuvarlağa değmedi ayağı. Benim sol yanım hiç iyileşmedi.
Aradan yıllar geçti. Her geçen yılla birlikte biraz daha ağırlaştı hareketleri. Saçları ağardı, gözleri sarardı. Kanama konuşma loblarını da etkilediğinden kelimeleri bulmakta zorlanmaya başladı.
Yine yıllar geçti. Artık siyah bir bastonu vardı. Lefter bastonla yürür müydü ki?
Bugün 75'inde, yavaş hareket eden, yavaş konuşan, kaçınılmaz olarak her geçen gün biraz daha yaşlanan bir adam o. Benim babam. Hala rüyalarımda golü 90'a attığı günlerdeki gibi gördüğüm. Hayatta en çok babasını sevmiş çocukların en büyük korkusudur, onu kaybetmek. Benim de ödüm kopuyor. Bundan sonra neler olacak, bir gün beni bırakıp giderse ne yaparım? Zor sorular bunlar. Cevap bulmuş değilim. Daha doğrusu aldığım cevaplardan memnun değilim. Aramaya devam ediyorum.
Edebiyat biraz da bunun için vardır. Sizin o umutsuzca aradığınız sorulara yanıt vermek için. En azından yalnız değilsin demek için. Tıpkı geçen hafta Everest Yayınları'ndan çıkan Hasan Ali Toptaş'ın son romanı ‘Kuşlar Yasına Gider’in yaptığı gibi. Türkçeyi iyi kullanmakla kalmayan, onu aynı zamanda güzelleştiren yazarlardan Toptaş. Bu romanında 40'lı yaşlarındaki bir yazarın diliyle takıp takıştırıyor Türkçenin gerdanına ışıltılı harfleri. Yazarımızın 81 yaşında bir babası var. Vaktiyle bir kaza geçirmiş, bacaklarından birinin dizden aşağısı kesilmiş. Protez kullanıyor. Denizli'nin bir kasabasında eşiyle birlikte yaşayan Aziz Bey, bir gün çat kapı Ankara'daki oğlunun yanına gidiyor. Protezinden memnun değil, daha iyisini yaptıramazlar mı acaba? Bir sürü tetkikten sonra yeni bir protez yapılıyor, fizik tedaviye başlanıyor ama Aziz Bey, sıkılıp tedaviyi kesiyor, evine dönüyor. Birkaç ay sonra evi aradığında yazar, annesinden yeni protezin de işi yaramadığını babasının çok ağrısı olduğunu öğreniyor. Koltuk değnekleriyle ancak yürüyebildiğini...
Aradan aylar geçiyor. Bu defa annesi yazara "Baban artık koltuk değnekleriyle de yürüyemiyor" diyor. Kalça kemiklerindeki kireçlenme yüzünden. Gittikleri devlet hastanesinin ameliyat dediğini söylüyor annesi. Ankara'da özel bir üniversite hastanesinin ortopedi bölümünden randevu alıyor yazar. Orada da ameliyat deniyor ama baba kabul etmiyor. Oğlu da. Zira masada kalma ihtimalini vurguluyor doktorlar.
O günden sonra gençliğinde fırtına gibi esen baba gitgide kötüleşiyor. Yataktan çıkamaz, ağrıdan sızıdan uyuyamaz oluyor. Derken yemeden içmeden kesiliyor. Bu defa da lenfoma olduğunu öğreniyorlar. Kanserle birlikte iyiden iyiye çöküyor baba. İhtimal beyne metastaz yapmış olmalı ki, zihinsel yetilerinde de sorun çıkmaya başlıyor.
Tüm bu süreçte, belki de Türk edebiyatının en şefkatli, merhametli oğlu olan yazar dört dönüyor babasının etrafında. Onu elden ayaktan düşer halde gördükçe ömründen ömür gidiyor. Bir babası bir kendi kalıyor sanki hayatta. Bir romanında dediği gibi "Babalar alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır". Hayatının en acı yalnızlığını yaşıyor.
Hasan Ali Toptaş, hikâyesini anlatırken, Anadolu'nun simgelerinden, yerel dilinden, türkülerinden, batıl inançlarından, insanlarının yaşantılarından, değerlerinden de yararlanıyor. Ankara - Denizli arasında defalarca yolculuğa çıkarıyor bizi. Köy köy, belde belde geziyoruz. Peşimiz sıra dört nala koşan bir atla.
Ben çok sevdim kitabı. Sorularıma cevap aldım. Çok ağladım.