Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Elif Tanrıyar | Muhteşem kaybedenler!

Muhteşem kaybedenler!

11 Ekim 2017 - 01:10
Nobel’in yeni sahibine değil de sahip olamayan ‘muhteşem kaybeden’ine dair yazmak istedim. Haruki Murakami’nin bizde son olarak "Fırın Saldırısı" adlı kitabı Doğan Kitap’tan yayımlandı
Bundan birkaç yıl önce Nobel Edebiyat Ödülü’ne Alice Munro layık görüldüğünde, ben ona dair değil de, asıl kazanması beklenen ancak yenilgisinin üstünden -aynı zamanda en yakın arkadaşlarından olan Munro’yu içten bir şekilde kutlayarak- zarafetle gelmeyi başaran Margaret Atwood’a dair yazmıştım. Munro’nun kalbimde ayrı bir yeri vardır, ama ne yalan söyleyeyim bana göre edebiyatın gelmiş geçmiş en harika isimlerinden biri olan Atwood’a biraz haksızlık yapılmıştı sanki.
 
Ve şimdi geliyoruz bugüne… Geçtiğimiz hafta, soluklarımızı tutarak beklediğimiz açıklama geldi ve bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen isim Kazuo Ishiguro oldu. Ishiguro, benim başucu yazarlarımdan. Onun aynı anda hem çok zarif ve şiirsel hem de biraz mesafeli ve yalın edebiyatını hep çok sevmişimdir. Ne de olsa damarlarında taşıdığı Japon kültürünün rüyamsı kırılganlığı ile eğitimini görüp uzun yıllar yaşadığı İngiliz kültürünün ‘serinliğini’ mükemmel biçimde birleştirip, ortaya kendine has bir üslup çıkarmayı başarmış, usta bir yazardır. Ona en büyük ünü getiren “Günden Kalanlar” ile popülerliğini artıran “Beni Asla Bırakma” benim için de çok özel kitaplardır. Ama bana “Sen en çok hangi eserini seviyorsun?” diye soranları, hiç tereddütsüz her zaman “Değişen Dünyada Bir Sanatçı”diyerek cevaplarım. O kırılgan güzellikteki kitabında, bence tam da yukarda tarif etmeye çalıştığım kendine has üslubunun doruğuna çıkmış ve Japon kültürüne özgü inceliklerle, Batı edebiyatının romancılık sanatındaki ustalığı hassas bir dengede harmanlamıştır.
 
O nedenle, evet; bu yılın sonucundan kendi hesabıma çok memnun olduğumu söyleyebilirim. Ama kalbimi yokladığımda, bana “Munro - Atwood” vakasını anımsatan bir duyguyu hissediyorum. Ödülün diğer favorileri arasında yer alan Haruki Murakami’nin ödülden imkansıza yakın ölçüde uzaklaşmış olması, beni bir parça rahatsız edip, keyfimi azaltıyor (Murakami bu yazımı okusaydı bu benim yaşadığım duruma dair kendine has üslubuyla türlü metaforlarla dolu bir hikaye yazar, bu tuhaf rahatsızlığı çok da güzel anlatırdı eminim). Çünkü popülerleştiği için kimilerince kınanan ve popüler kültüre yönelik eserler yazmakla zaman zaman suçlanan Murakami, bence tam tersine insanoğlunun tam da bu tuhaf duygu durumlarını, neredeyse hiçbir yazarın yapamadığı bir incelikle, adeta özel bir çerçeve içine alıp vurgulayarak bize gösteriyor.
 
Hal böyle olunca, ben yine oturdum bir kez daha Nobel’in yeni sahibine değil de sahip olamayan ‘muhteşem kaybeden’ine dair yazmak istedim. Tutkulu hayranlarının da çok iyi bileceği gibi Haruki Murakami’nin bizde son olarak "Fırın Saldırısı" adlı, birbirini takip eden iki uzun hikayesinden oluşan kitabı Doğan Kitap’tan yayınlandı. Bu haliyle iki bölümlük bir novella olarak da tanımlayacağımız kitapta, aslında yazarın 1981 ve 1985 yılında yazdığı ve ikincisinin “The Elephant Vanishes” adlı öykü kitabında da yer alan, iki öyküsü bulunuyor. Kat Menschik’in illüstrasyonlarıyla da renklendirilen kitap, bu haliyle gözlerimizi de bir hayli okşayıp, mutlu ediyor.
 
Gelelim kitabın konusuna… Gençlik yıllarında dayanılmaz açlıklarını bir fırın soymaya kalkarak gidermeye teşebbüs eden, ancak fırıncının onları lanetlemeyle tehdit etmesine karşılık tuhaf bir takas üzerinde anlaşan (fırıncı istedikleri kadar ekmek almalarının karşılığında onlardan oturup Wagner’in “Tristan ve Isolde” operasını dinlemelerini istemiştir) iki erkekten biri artık evlidir ve bir gece yarısı aynı o zamankine benzer feci bir açlık krizine düşer. İşin ilginç yanı, eşi de benzer derecede güçlü bir açlık krizi yaşamaktadır. Kocasının yıllar önce bu krizle nasıl baş ettiğini ondan dinleyen genç kadının, çok net bir önerisi olacaktır. Onun üstündeki belli ki kendisine de bulaştırmış olduğu laneti gidermenin tek yolu olarak benzer bir soygun gerçekleştirmeleri gerektiği fikri üzerine, genç evliler bir gece yarısı sokaklara düşerler.
 
Çok genel olarak böyle özetleyebileceğimiz bu kısa ama çok katmanlı öyküde her zamanki gibi Murakami’ye özgü (görünürde gerçeklik düzeyinde gerçekleşen ancak geri planında büyülü gerçekçilik detaylarıyla bezeli) oyunlar ve metaforlar yer alıyor. Açlık duygusunu bilinen her anlamında (fiziksel, ruhsal ve zihinsel) işleyen Murakami, bir yandan da gençliğinde gerçekleştiremediği şiddet eylemi nedeniyle bir yanı hep edilgen kalan bir adamın (belki de bir tür kendine has bunalımlarıyla uğraşan çağdaş erkek figürünün) yıllar sonra evliliğinde de yaşadığı benzer bir bunalımı, -bir tür çarpıklıkla olsa da- edilgenliğini, başrolünü kendisi yerine eşinin üstlendiği bir şiddet eylemi sayesinde şifalandırması olarak da okuyoruz bu öyküyü. Geçmişinde kalsa da, onu hala bir tür lanet gibi takip eden bu belli belirsiz, nedeni tam olarak anlaşılamayan suçluluk duygusunu (kendi erkekliğine karşı olabilir mi?) bir tür gündüz düşü gibi gördüğünü düşündüğü özel bir imgeyle bağdaştırır kahramanımız. Bu yaşadığı, anlam veremediği açlığı, şu görsel imgeyle açıklamaya çalışır: “Suyun üzerinde sessizce yüzen küçük bir kayığa biniyorum. Aşağıya bakıyorum, suyun içinde, denizin dibinden yükselen bir yanardağın tepesi görünüyor. Deniz yüzeyi ile yanardağın tepesi arasında fazla mesafe yokmuş gibi görünüyor ama ne kadar yakın olduğu da anlaşılmıyor. Çünkü su çok saydam, bu yüzden de mesafe kestirilemiyor.”
 
Fiziksel açlık ve ona paralel olarak yaşadığı gizli edilgenlik duygusunun tetiklediği suçluluk duygusuyla yanardağın tepesi de büyür ve ona yakınlaşır. O imgenin ve dolayısıyla açlığın, yani kendi edilgenlik duygusuna karşı duyduğu suçluluğun ortadan kalkmasının tek yolu da ne tuhaftır ki rolleri tersine çeviren eşinin eylemi olacaktır. İç içe geçen farklı katmanların anlatıldığı bu öyküde, bir yandan da çağdaş kadınların (hayatta ayakları daha sağlam basan, eşi yerine hayat karşısında inisiyatifi genelde kendisi aldığından daha güçlü olmaya doğru evrilen) ve çağdaş erkeklerin (hayat karşısında duygusal olarak daha çok bocalayan ve dolayısıyla tuhaf bir edilginliğe doğru savrulan), onların ‘suyun üzerinde amaçsızca gezen bir kayık misali’ evliliklerinin öyküsünü de anlatıyor. Tabii her zamanki tanıdık ‘müzik’, ‘geceleri çıkılan araba yolculukları’ gibi bilindik Murakami temaları eşliğinde...
 
Haruki Murakami, Nobel Ödülü’nü alamamış olabilir ama öylesine ‘muhteşem bir kaybeden’ ki varsın almasın, okurları için ne gam...