‘Hikayeler anlatan bir ev’de… Bir koleksiyoner portresi: Selman Bilal
Bilal’le koleksiyonerliğinin hikayesi ile sanat sever yolculuğundaki şimdiki son durağı olan Bilsart üzerine konuştuk. John Gerrard sergisini izledik.
“Bu evi gezenler genelde aynı soruyu soruyorlar. Bu evde yaşanıyor mu yoksa burası bir müze ev mi?” İstanbul Boğazı’nı tepeden izleyen bu ev, Aga Khan Mimarlık Ödüllü Han Tümertekin’in imzasını taşıyan bir tasarıma sahip olmasaydı bile, yalnızca doğal manzarasıyla zaten nefes kesici bir güzelliğe sahip. Ancak asıl sürpriz, bahçeye adım atmanızla karşılaştığınız ve evin içinde de küçük küçük hikayeler gibi devam edip, adeta birlikte tek bir ortak hikayeye dönüşen sanat işleriyle karşılaşınca gerçekleşiyor. Bu işlerle evin kendisi arasında kurulan özel diyaloğu ise adeta kulağınıza fısıldanıyormuşçasına net bir şekilde duyabiliyorsunuz.
Bir kez daha SPOT.TER’ın etkinlikleri kapsamında yer alan bir koleksiyoner evi ziyaretindeyiz. Han Tümertekin imzalı evin adı B3, sahibi ise çağdaş sanat koleksiyoneri, iş adamı ve sanat sever Selman Bilal… Bilal’i daha çok Bilsar’ın sahibi olarak tanıyoruz ancak aslında kısa film yarışmalarından DOT Tiyatrosu’na, bienallerden çağdaş sanat sergilerine dek pek çok sanatsal girişimin ardında bazen destekleyici, bazen de bizzat kurucu olarak onun ve Bilsar’ın çok değerli bir rolü var.
Aynı zamanda Bilsar’ın kreatif direktörü de olan Ceren Taşkent, o günkü sanat turumuzda bize rehberlik edip, her bir işin hikayesini paylaşıyor bizimle. Yukarıdaki yorumu da ondan duyuyoruz ama o, çoğu kişinin aklından geçmekte olanı telaffuz ediyor aslında. İnci Eviner’den İlhan Koman’a Ayşe Erkmen’den Şakir Gökçebağ’a ve Erol Akyavaş’a dek pek çok değerli Türkiyeli sanatçının resimden heykele fotoğraftan video sanatına ve karışık teknikteki işlerine dek yer aldığı, kendi başına özgün hikâyelere sahip, ancak birlikte de konuşan, özenle bir araya getirilmiş bir koleksiyon bu…
Bilal’in kendi koleksiyonerlik prensiplerinin yıllar içinde olgunlaşmasının ardından ise bu koleksiyonun doğuşu, aslında B3 eviyle birlikte başlıyor. Onun koleksiyonerlik tarzının en önemli özelliği ise önce sanatçıyla bir dostluk geliştiriyor olması... Birbirlerini tanıdıktan sonra ise işler hem eve hem de kendisine en uygun ve yakışan bir biçimde şekilleniyor. Ve sonuçta ortaya hikayeleri olan, sanatçıyla birlikte çıkılan ortak bir yolculuktan doğan eserler çıkmış oluyor.
“B3’ü yaparken başında evle birlikte koleksiyonu nasıl sergileriz ve sanatçılarla nasıl iş birliği yaparız diye düşünmeye başladım. İlk Ayşe Erkmen’in duvarıyla (Rengarenk, 2007) başladık. Ev daha inşaa edilirken, Ayşe Erkmen’in duvarı da yerleştirildi. Geçmişten kalan bir İlhan Koman’ın küçük heykeli vardı. Onun dışındaki tüm işler hep eve özel oldu. İnci Eviner, İstanbul Modern’deki işinin bir başka yerleştirmesini (Yeni Vatandaş II, 2009) eve yaptı. Hep böyle adım adım gelişti. Koleksiyonda tabii çok hikaye var. Mesela Nevin Aladağ’la olan hikayemiz… Nevin’i ben hep biliyor, izliyordum uzun dönemdir. Hatta Bilsar Binası için de birkaç kez görüşmüştük. Onun çok beğendiğim bir aynalı işi vardır, sanıyorum ilk Berlin’de görmüştüm. Bir çift, çocuk, köpekten oluşan bir ayna serisi (Family Portrait, 2007)… Çok beğenmiştim ama bir yandan da kendimle çok özdeşleştiremedim. Evde öyle bir aile düzenim yok. Onunla ne yapabiliriz diye konuşurken, eve geldi koleksiyonu gördü. Yerleştirebileceğimiz mekana baktık. O biraz beni tanıyınca ise başka bir iş tasarladı. Ama bu konuşma süreci minumum altı ay sürmüştür. Şakir Gökçebağ’ın ilk kez, hortumla yaptığı çok minik bir işini görmüştüm. Ve şaşırdım. Çok basit, gündelik bir malzemeyle çok şey anlatabilmiş diye. Arkasından okuyup, izlemeye başladım. Sonra kendisiyle temas kurdum. Türkiye’ye geldiğinde buluştuk. Mekanda inceleme yaptı. O bana birkaç şey önerdi. Ben onun işlerini zaten genelde çok incelemiştim. Daha sonra bu işini (Toccata & Fuge, 2014) ve yerleştirmeyi seçtik. Hera Büyüktaşçıyan ise örneğin kendi işi için (Boğazımdaki Yabancı, 2014) ilk başta aklımıza hiç gelmeyecek bir mekan olan, merdiven altında bir yer seçti. Ve çok güzel oldu. Her birinin böyle hikayeleri var. Yani işler kadar yerleştirme de bir o kadar önem kazandı.”
Onunkisini kısaca organik gelişen bir koleksiyon olarak tanımlayabiliriz. Yaşamın içindeki akışla, kendi kişisel ve sanat yolculuğuyla birlikte gerçekleşen karşılaşmaların paralelinde gelişip devam ediyor. Tamamen mantığa dayalı ve ekonomik hesaplamalarla planlanıp oluşturulmaktan uzak, duygusal bir süreçte gelişen bir koleksiyon bu… Ve her sene de iki-üç yeni sanatçıyla gelişip tazelenen bir yapıya da sahip. “Kendime hedef koyuyorum, bu sene 2-3 sanatçıdan daha fazlasına çıkmayacağım diye… O da disiplin sağlıyor. Bir tüketimden çıkarıyor, daha anlamlandırıyor,” diyerek açıklıyor Bilal. “Bu sene, hep izlediğim üç sanatçıyla daha çalışıyoruz. Birisi Eda Gecikmez. Şu anda ona bir duvar resmi için bir odayı verdik ve onu bitirmek üzere. Esk Reyn’inküçük bir işi vardı daha sonra Mixer’de sergilenen bir işini gördük ve konuşarak bahçede büyük bir işe dönüştürmeye karar verdik. Ve de Tarık Töre adlı genç bir sanatçımız daha var.”
Selman Bilal için bir sanatçıyı tanıyıp izlemek ve sonrasında çıkılan bir dostluk yolculuğunda, karşılıklı konuşarak doğan eserleri edinmek koleksiyonerliğinin doğasını belirleyen önemli bir unsur. Ancak çok beğenip ani bir dürtüyle aldığı eserler de olmuyor değil. “Evren Sungur çok genç bir sanatçı. Onun bir işini gördüm, çok beğendim ve aldım. Daha sonra Evren’le tanıştık ve çok yakın olduk. Onun birkaç işi daha yerleşti. Özellikle “Otoportre” serisini aldım. Onu, ilk gördükten daha sonra tanıdım yani. Mesela Zeynep Kayan da Ankaralı bir fotoğraf sanatçısı. Tek bir fotoğrafını görmüştüm. Daha sonra onun işinin peşine düştük yine.”
Bilal için koleksiyonundaki her bir parçanın kendilerine has hikayeleriyle onun için ayrı bir yeri var. Ancak “İçlerinden sadece iki sanatçıyı tanıyamadım,” diyor. “Birisi İlhan Koman’ın ‘İsimsiz-52’ adlı küçük bir heykeli. 1978 yılında, Paris’te Dario Fo’nun kaleme aldığı ve Mehmet Ulusoy tarafından yönetilen, ‘L’Enterrement du Patron (Patronun Cenazesi)’ adlı oyundan esinlenerek yaptığı bir işi… İkincisi de Erol Akyavaş’ın ‘Ayasofya’ dizisinden bir fotoğraf işi... İki sanatçıyı da çok beğeniyorum ve tanıyamadığım için çok üzülüyorum.”
Selman Bilal, sanatçılarla dostluk kurmayı seven bir koleksiyoner olsa da, prensip olarak hep galerilerle çalışmayı tercih ediyor. “Çünkü onlar da çok emek veriyorlar o sanatçıların gelişimine, temsil edilmesine. Her zaman yüzde yüz prensip olarak galeriyle çalışıyor ve onların üzerinden bu ilişkileri yürütüyoruz,” diyor.
Bilal’in sanat sever kimliği yalnızca sevdiği eserleri toplayan bir koleksiyonerlikle sınırlı değil. Ve onu diğer pek çok isimden ayıran özellik de burada yatıyor. O sanatın hemen her alanıyla ilgilenmeyi, beslenmeyi ve doğan ortak sinerjiden yeni şeyler üretmeyi seven biri. Sanat onun için yalnızca kendi içinde çıktığı bir yolculuk değil, aynı zamanda sanatçılarla ortak keşifler yapabileceği bir alan… “Sanatçılarla hep beraber proje yapıyoruz, konuşuyoruz, buluşuyoruz,” diyen Bilal, içinde koleksiyonun yer aldığı B3 evini de bu anlamda disiplinler arası bir grup için zaman zaman ortak bir buluşma ve sanatsal paylaşımlar mekanına dönüştürüyor.
Selman Bilal’in sanat yolculuğunda şimdilik gelinen son durağı ise Bilsart oluşturuyor. Sanatçılara video işlerini sergilemek için yeni bir alan yaratmak ve sanatseverleri bir araya getirmek amacıyla, ofis binasının garajını kâr amacı gütmeyen ve video sanatına odaklanan bir sanat mekânına dönüştürmek fikrinden doğan Bilsart, Ocak 2018 itibariyle video sanatının güncel örneklerini, 15 günde bir değişen bir programla sunuyor. Bu dinamik sergi programı dâhilinde koleksiyoner seçkilerine, küratöryel projelere, workshop ve panellere yer veren Bilsart, aynı zamanda sanatçı, küratör ve koleksiyoner konuşmalarına da ev sahipliği yapıyor. Bilsart’ın kâr amacı gütmeyen bu sanat mekânının ajandasında yer alan bir diğer önemli etkinlik ise genç sanatçılara görünürlük sağlayabilmek adına her sene yapacağı açık çağrılar...
Bilsart’ın doğuşu ise aslında adımları yıllar önce atılmaya başlanan bir hikayeye sahip… “Biz ilk başta Bil’s Kısa Film Yarışmaları diye 2001’de Bülent Erkmen’le birlikte karar verdiğimiz, Fatih Özgüven’in de direktörlüğünü yaptığı çok iyi bir kısa film yarışması düzenledik,” diyerek anlatmaya başlıyor Bilal. “Her sene çok iyi bir jüri oluştu. Önemli bir katkı sağladığını düşünüyorum. Sonrasında video art ilgimi çekmeye başladı. Hem yeni bir medya ve bir sanat ifadesi… Kendi şahsi koleksiyonuma almaya başladım. Böyle böyle hep video ile çok ilişkili oldum. Son gittiğimiz Venedik Bieanli’nde de videonun ne kadar ağırlıklı olduğunu gördük. Sonra Türkiye’ye dönüp baktığımız zaman galerilerin çok gösterim imkanı bulamadıklarını çünkü çok ticari bir mecra olmadığını fark ettik. Bir başka problem de karma sergilerde oluyordu. Konsantrasyon gerektirdiği için bir işi başından sonuna kadar izlemek zor oluyor. Kayboluyor.”
Kar amacı gütmeyen bir sanat mekanıyız. En önemli prensibimiz her seferinde sadece tek bir sanatçının işini sergiliyor olmamız... 15 günde bir değişen bir programa sahibiz. Bu normalde karşılaştığımıza göre çok ciddi bir sıklık. Bu da tamamen Selman Bey’in talep ettiği bir şeydi. Çok daha dinamik ve yaşayan bir mekan olsun, uğrak nokta olsun istedi. Konumu gereği de avantajlıyız. İnsanların geldiğinde tek şeye konsantre olabiliyor olması aslında çok büyük bir lüks… Ve iş de o yüzden yerini bulabiliyor. Odaklanabiliyor çünkü gelen kişi. 15 günde değişmesinin nedenlerinden biri de bu. Tek iş gösterdiğimiz için normal karma sergilerin aksine biz ritmi daha hızlı tutalım, daha dinamik olalım dedik. Çok sayıda da sanatçı göstermiş olduk.
İkinci olarak bu fikir daha ortaya çıkar çıkmaz en önem verdiğimiz şeylerden biri de burasının ekstra bir paylaşımı da olmasıydı. Bizim açılışlarımız olmuyor ama mutlaka bir sanatçı konuşması yer alıyor. İnsanlar hakikaten bir açılışa gelmesin ama bir şey kazanmaya gelsin. Sohbet edebilsin sanatçıyla... Tabii orada yine Selman Bey’in sanatçıyla kurduğu bağ, arkasında yatan dünya da öne çıkıyor. Aslında her şey birbiriyle çok bütünleşik. İnsanlara gelip burada izledikleri işin arka planında tam olarak ne döndüğünü, sanatçısını tanıma imkanı gibi şeyler sunmak... İşi yaratırken duyguları, düşünceleri… İnsanları sanat dünyasına çok daha çeken bir hal alıyor. Sanatçıya da en başında böyle bir konuşma olacağını söylüyoruz ve kiminle en rahat olacaksa sohbet ortamını sağlamaya çalışıyoruz. İşleri olup yıllardır sergileyemeyen sanatçılar da genç video sanatçıları da bu yeni oluşumdan çok memnun. ‘Biz Bilsart’a ne gibi bir katkıda bulunabiliriz?’ diye soranlar oluyor. Çok iyi geri dönüşler alıyoruz.
Ayda iki sanatçının dışında küratöryel çalışmalarımız da oluyor. Biz kendimize küratör demiyoruz ve bir kurulla vs çalışmıyoruz. Biz yine dürtüsel olarak kendi içimizde Bilsar ekibi olarak çalışıyoruz. Aylık bir araya getirdiğimiz sanatçılar oluyor. Belli bir tema çerçevesinde birbiriyle konuşan… Yani iki tane farklı sanatçı iki farklı iş ama belli bir tema çerçevesinde o aylık programı oluşturuyorlar. Ama buna bir tema ismi vermiyoruz. Bizim için, biz her zaman arka plandayız, sanatçı ve sanatçının işi ise ön planda… Zaten genel kurumsal kimliğimize de bakarsanız sanatçı odaklı, onu ön plana çıkaran bir yapımız var. Onun dışında küratöryel işbirliklerimiz de var. İlkini İpek Yeğinsü ile geçtiğimiz ay gerçekleştirdik. “Kesişen Yazgılar: Calvino’ya Saygı” konsepti çerçevesinde… Dört sanatçılı bir çalışmaydı. Tek seferde tek iş gösterdiğimiz için dört hafta dört sanatçı şeklinde gerçekleşti. Bir koleksiyoner seçkisi ve konuşması yapmayı istiyoruz. Evlerde kapalı olan ve insanlarla bir araya gelemeyen çok fazla seçki var. Video alan ve koleksiyonlarında yer veren koleksiyonerlerin de hepsi birbirinden çok farklı. Onun dışında bazı inisiyatiflerle işbirliği yapmak da istiyoruz. Şu anda ise 4. Uluslararası Mardin Bienali’yle paralel bir sergimiz var. Bienal sanatçılarından John Gerrard ve Senem Gökçe Oğultekin’in işlerini ilk iki hafta ve son iki hafta olarak Mardin Bienali’ne paralel etkinlik olarak yer veriyoruz. Bu çerçevede, Bilsart’ta John Gerrard’ın Mardin Bienali’ndeki işinin farklı bir versiyonu izlenebilecek.”
Flaubert bir sanat biçimini, bir başkasından yola çıkarak açıklamanın olanaksız olduğuna ve büyük tabloların hiçbir açıklamayı gerektirmediğine inanıyordu. Braque, ideal konuma bir tablo önünde hiçbir şey söylemediğimizde ulaşılacağını düşünüyordu. Bize bu görüşleri aktaran edebiyatçı ve aynı zamanda sanat üzerine yazılarıyla da tanınan Julian Barnes ise bambaşka bir fikre sahip. Ona göre bu konuma ulaşmaktan çok uzağız. Şeyleri açıklamayı, tartışmayı seven iflah olmaz sözsel varlıklarız. Barnes, “Bizi afallatan ya da varlığıyla suskunluğa iten ender sayıda resim vardır,” diyor. “Ve böyle olduğunda bile, gömüldüğümüz söz konusu suskunluğu açıklamayı istemeden ve anlamadan önce sadece çok kısa bir zamanın geçmesi yeterlidir.” Bense merak ediyorum. Tüm bu isimler John Gerrard gibi çağdaş sanatçıların işleriyle ya da B3 evindeki gibi kendi aralarında konuşan, özgün hikayelere sahip koleksiyonlarla karşılaşsalardı, tepkileri ne olurdu acaba?