Milliyet Sanat »Yazarlar » Elif Tanrıyar | Havanın müziğini yazan yazar: Clarice Lispector
Havanın müziğini yazan yazar: Clarice Lispector
16 Ağustos 2017 - 12:08Brezilyalı yazar Clarice Lispector, ölümünden yıllar sonra yeniden keşfedildiği bugünlerde kimilerince ‘dişi Kafka’ olarak değerlendiriliyor. Yazarın “Yaşam Suyu” ile “Yıldızın Saati” adlı eserleri bizde de yayınlandı
“Beni okuyan sen, lütfen yardım et yeniden doğmama,” diye sesleniyor anlatıcı “Yaşam Suyu”nda. Ancak bu öylesine güçlü bir çığlık ki anlatıcıdan öte doğrudan yazardan geldiğini anlıyorsunuz. “Yaşam Suyu”nun yazarı yani Clarice Lispector, ruhunun duvarlarını yırtarcasına dile gelen, çok güçlü bir ses… Bir şelaleden hızla dökülen suyun akışı gibi doğaçlama bir tonda yazdığı eserleri, okurunun ruhunu öylesine hipnotize ediyor ki bu akışa kapılıp, onunla birlikte sonuna dek akmaktan kendiniz alıkoyamıyor, yazının sınırlarının dışına isteseniz de çıkıp kaçmayı başaramıyorsunuz. Bununla birlikte çok zor metinler bunlar. Sırlarını öyle hemen okuruna teslim etmiyor. Anlaşılabilmek için okurundan çaba talep ediyor, adeta onu kıvrandırıyor. Tüm bunların ardında ise son derece gizemli ve oldukça sıra dışı bir havaya sahip bir yazar yatıyor; Clarice Lispector...
Son yıllarda Brezilya’da bir Clarice Lispector ‘modası’ yaşanıyor. Onun o Mısırlı-kedi şeklindeki yüzü posta pullarında ve hatta lüks reklamlarda kullanılıyor. Eserleri ‘underground’ mekanlarda kapış kapış satılıyor. 1977 yılındaki ölümünden yıllar sonra yeniden keşfedilen Lispector, bugün kimilerince ‘dişi Kafka’ olarak değerlendirilip, 20. Yüzyılın Portekizce yazan en önemli yazarı olarak gösteriliyor. Bazılarıysa onun için Marlene Dietrich gibi gözüken, Virginia Woolf gibi yazan bir yazar diyor. Daha da ileri gidip onu Borges’ten dahi daha iyi görenler bile var. Öte yandan onun o zor metinlerini ‘olmamışlık’la nitelendirenler de azımsanmayacak gibi değil. Alfred Knopf gibi dev bir yayıncı “Okuduklarımdan hiçbir şey anlamadım” diyor örneğin.
Yazarlık yönünü bir yana bırakalım, sadece kendi yaşam öyküsü ve ‘persona’sı etrafındaki gizemli halesiyle bile yeterince ilginç bir yazar Clarice Lispector. Zaten daha yaşadığı dönemde dahi isminin takma isim olmasından aslında bir erkek olduğuna, Avrupalı bir yazar olduğundan bir diplomat olmasına dek hakkında çeşitli söylentiler çıkarılmış. Yaşadığı dönemde çok az ilgi gösterilmiş, hayranları dahi ondan çekinip yaklaşamamış. Kendisiyle yapılan bir televizyon röportajında ise “İnanın bütün bunlar nereden çıkıyor bilmiyorum. Hakkımda bu söylentileri çıkaranlar beni hiç tanımayan eleştirmenler,” diyor, o tuhaf gırtlaktan gelen sesi ve her daim bir rüyada yaşıyormuşçasına hafif donuk haliyle. Onda kesinlikle farklı bir hal olduğu doğru. Tıpkı yazdıkları için söylenenler gibi, bir tür uykuda gezen bir hal...
Öte yandan hayatını biraz öğrendiğinizde dahi ona hak vermeden de edemiyorsunuz. 1920 yılında Ukrayna’da doğduğunda bir tür misyonla geliyor dünyaya. Dönemin Rusya’sında ıssız bir bölgede yaşayan annesinin çapulcular tarafından tecavüz edilip frengi bulaştırıldıktan sonra, bir yerel inanca göre iyileşebilmesi için hamile kalması gerektiği düşüncesiyle adeta bir proje bebek olarak doğuyor. Ardından aile Brezilya’ya taşınıyor. Ancak maalesef inançlar boşa çıkıyor ve küçük Clarice annesinin derdine derman olamıyor. Ancak o da başka bir ilaç geliştiriyor, her gün gözünün önünde eriyen annesini yaşama tutundurmak için. Ona her gün kendi uydurduğu hikayeleri anlatıyor. Annesi o dört yaşındayken ölüyor ama Clarice için hikayecilik artık asla bitmiyor. Yıllar sonra kaleme alacağı “Yıldız Saati”nde de aynen şöyle dile getirdiği gibi; “Yalnızca kendi olmaya dayanamadığından hepiniz olan bu ben, varlığımı sürdürmek için ötekilere ihtiyaç duyuyorum, bütün aptallığımla, bütün çarpıklığımla, o sadece düşünerek ulaşabileceğiniz mutlak boşluğa düşmek için düşünüp durmaktan başka ne yapılabilir ki? Düşünmek sonuç gerektirmez: kendi içinde bir amaç olabilir yalnızca. Ben kelimeler olmadan düşünürüm, hiçbir şey üzerine düşünürüm. Hayatımı altüst eden şey ise yazmak.”
Rio’da hukuk eğitimi aldığı sırada ilk öykülerini de kaleme alan Lispector, 23 yaşında ona edebiyat çevrelerinde ün kazandıran ilk romanı “Yabani Kalbin Yakınlarında”yı yayımlıyor. İçsel bir monolog şeklinde yazılan bu kitap, Brezilya Edebiyatı’nda da hem biçim hem de içerik yönünden büyük bir kırılmaya neden oluyor! 1959 yılına kadar diplomat eşi ile birlikte Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve Amerika’da bulunan yazar, yeniden Rio’ya dönüşüyle birlikte öyküleri ve romanları üzerinde de yeniden çalışmaya başlıyor. Sırasıyla büyük mistik romanı “G.H.’ye Göre Tutku”yu ve ardından da başyapıtı olarak nitelenen “Yaşam Suyu”nu yayımlıyor. Ancak 1966’da geçirdiği bir trafik kazası 1977’ye kadarki hayatını acılar içerisinde geçirmesine neden oluyor. Hayatı sürekli büyük iniş çıkışlarla süren, bir anlamda yıldızın farklı saatlerini yaşamayı sürdüren yazar, 1977’de“Yıldızın Saati”nin yayımlandığı yıl kanserden ölüyor. “Yaşam Nefesi” ise ölümünün ardından 1978 yılında yayımlanıyor.
Genel olarak mistik konulardan bahseden yazarın eserlerinde yoğun olarak görülen tema ise ‘anda yaşamak’… Uzun bir monologdan oluşan “Yaşam Suyu”nda şöyle söylüyor örneğin “Konum an mı? Yaşamımın konusu.” Ve ardından şunu da ekliyor; “Varoluşumun süresine beni aşan gizemli bir anlam veriyorum. Aynı anda var olan bir varlığım: geçmişi, şimdiyi ve geleceği kendimde topluyorum, saatlerin tik-takında atan zamanı.”
Bilindik kurgu kalıplarını yıkmasıyla tanınan ve kuralsızca ilerleyen monologlar şeklinde gelişen tipik eserleriyle okurunu kimi zaman rahatsız etse de, aslında onu biraz daha yoğun okuduğunuzda yapmaya çalıştığı şeyin yazdıkları aracılığıyla görünürde yapıtının evreninin genelde ise yaşadığımız dünyanın boyutunun dışına çıkmaya çalışmak olduğunu görüyorsunuz. Yani yazarla bilindik kurallar içinde kalması için didişmek yerine kendinizi onun akışına bıraktığınızda, bambaşka bir özgürlükle karşılaşmanız bir tür an meselesi oluyor. Zaten kendisi de bunun ipucunu şöyle veriyor yine “Yaşam Suyu”nda; “Söylediklerimi sadece yüzeysel olarak dinle, anlamsızlığın içinden bir anlam doğacak, benden açıklanamaz şekilde yüksek ve hafif bir hayat doğduğu gibi.” Öte yandan aslında bazılarının eleştirdiği gibi hiç de bilinçsizce, gelişigüzel uygulanan bir teknik değil onunki “Ne yaptığımı biliyorum burada: doğaçlama yapıyorum,” diyor.
“Yıldızın Saati” ise görünürde çok daha elle tutulur bir kurguya sahip olsa da kelimeleri yine benzer derinliklerde geziniyor. Bu kez son derece yoksul, üstelik çirkin ve başına gelen her türlü talihsizliğe rağmen kendisini mutlu sanan ve ruhunun saflığını kaybetmeyerek adeta başka bir boyutta, ‘hiç’likte yaşayan bir genç kadının, bir falcı sayesinde aslında hayatının büyük bir talihsizlik ve mutsuzluk içinde geçtiğinin bilincine varmasıyla yaşamının da bir anlamda sonlanmasını anlatıyor özetle. Ve tabii her karakterinde olduğu gibi burada da kendisinden çok şey kattığını fark ediyor, aslında tüm eserlerinde karşılaştığınızın hep aynı şey olduğunu görüyorsunuz. Hayatta her şeyden çok normal olmayı istese de bunu asla başaramayan, aslında çok özel bir ruhun çığlığı… “Bana bak ve sev beni. Hayır: kendine bak ve sev kendini. Doğru olan bu,” diyor Clarice Lispector.
Monokl Kitap, “Yaşam Suyu” ve “Yıldızın Saati”yle başladığı Clarice Lispector’ın külliyatını yayınlamayı sürdürecek.