Gündelik ‘şeyler’in şiiri
Hayatı yaşamaya değer kılan ne? Bu soruyu ben sormuyorum. “Kavgam Serisi” ile edebiyat dünyasını uzun süre sallamış olan Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard, belli ki yeni fenomenimiz olacak “Mevsimler” serisinin ilk cildi olan “Sonbahar”da soruyor. Yazarın tüm eserleri gibi yine Monokl Kitap’tan yayınlanan kitap, esasen Knausgaard tarafından henüz doğmamış kızı için mektuplar şeklinde yazılmış. Serinin ilk kitabı olan “Sonbahar”da eylül, ekim ve kasım ayları boyunca hayattaki gündelik ‘şeyler’ üzerine yazılmış, toplam 60 başlıklı yazının yanı sıra üç tane de kızına doğrudan yazılmış mektup yer alıyor.
“Yakında karşılaşacağın ve kendi gözlerinle göreceğin bu müthiş şeyleri göremez duruma gelmek çok kolay, neredeyse insanlar kadar çok yolu var bunu başarmanın,” diyor Knausgaard ve ekliyor, “Senin için bu kitabı yazma nedenim bu. Sürekli bizi çevreleyen dünyayı sana olduğu haliyle göstermek istiyorum.” Yazar “Ancak,” diyor sonra da, “bunu yaparsam farkına varabileceğim ben de dünyanın.”
Ve işte buradan da “hayatı yaşamaya değer kılan ne?” sorusuna geliyor zaten. Çünkü her ne kadar görünürde -ve ilk neden olarak- bunlar, kızı için bir tür dünyayı tanıma kılavuzu olarak yazılmış metinler olsa da, esasen bu soruya kendisi için de cevaplar aramakta olan bir kişiyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kızına söz etmiş olduğu o “bu müthiş şeyleri göremez duruma gelmiş” olan kişinin ta kendisi olduğunun çok farkında çünkü. Ve bu şekilde günlük hayatımızı çevreleyen sıradan şeylerin tam da sıradanlıklarında yatan büyülü güzelliklerini keşfetmeye başlıyor. Sıradan ve banal ‘şeylerin’ ruhunda saklı sihri keşfederek onları banallikten gökselliğe uzanan bir yere çıkarıyor gözlerimizin önünde.
“Dünyamızı şimdi olduğu gibi göstermek istiyorum sana: Kapı, yerler, musluk ve lavabo, mutfak penceresi duvarına yakın duran bahçe sandalyesi, güneş, su, ağaçlar. Sen geldiğinde kendi gözlerinle göreceksin, kendi deneyimlerin olacak, kendi yaşamını süreceksin, dolayısıyla hiç kuşkusuz öncelikle kendim için yapıyorum bunu: Sana dünyayı göstermek ufaklık, hayatımı yaşamaya değer kılıyor.”
Bu kez hiç olmadığı kadar dingin bir Knausgaard ile karşı karşıyayız. Günlerini kırsal bir çevredeki evinde, üç çocuğu ve eşiyle geçiren bir adamın huzurlu dinginliği satırlardan taşıp sizi de sarmalıyor. Kendisinin de söylediği gibi hassas bir ruha sahip Knausgaard. Bu hassasiyeti yalnızca babası ve onun yalnızlığıyla ilgili ya da çocuklarına duyduğu incelikli şefkat ile eşine duyduğu derin aşkı yansıttığı satırlarında değil, çocukken masada ‘kardeşlerinden ayrı durduğu’ için üzüldüğünü belirttiği tek bir şişeye dair yazdığı samimi dışavurumlarından da görebiliyorsunuz.
Yine de bu kitabı asıl güzel kılan sıradan dünyadaki sıra dışı güzelliklerin sihrini bize aktarmasında yatıyor. Adeta bir zen rahibinin dingin adanmışlığında, anın içinde durup dünyayı izliyor Knausgaard ve bize çevremizdeki gündelik şeylerin kaçırdığımız ruhlarını görünür kılıyor. Bunu da yalnızca bir tür zen rahibi gibi değil zaman zaman da, gözleri hala dünyayı her gün yaşanan ayrı bir harika macera ve şaşılası keşif gibi gören çocukların algısına inerek yapmayı başarıyor. Bununla birlikte içinden oral seks gibi konuların da geçtiği kimi başlıklar da var ki bu da zaten asıl hedefinin günlük koşturmaca içinde hayatın kutlanması gereken sihirli yanlarını artık durup fark edemez olan, kendi gibi biz yetişkinlerin gözlerini ve duyarlılıklarını biraz olsun açabilmek için yazmak olduğunu gösteriyor.
Denizde batmış yüzen bir plastik torbadaki sıra dışı güzelliği fark eden, şişelerden klozetlere porsuklardan deniz analarına kusmuktan dişlere, elma ağaçlarına ya da güneşe dek uzanan geniş bir perspektifte sıralanan başlıkların yani sıradan dünyadaki şeylerin hiç de sıradan olmayan harikalıklarını adeta parmağıyla işaret eden Knausgaard; asıl şu cümlesiyle kuşkusuz en önemli saptamada bulunuyor: “artık biliyorum ki önemli olan hiçbir zaman dünyanın kendisi değil, bizim onunla ilişki kurma biçimimiz.”
Yine de bu her şeyden önce ‘düşünme’ eylemi üzerine kurulmuş bir kitap. Yazar (insanoğlu) doğmamış kızının yerine geçerek asıl olarak adeta yeni doğmuş bir yetişkinin bakış açısıyla hayatı ve ‘şeyleri’ düşünüp gerçek doğalarını görmeye ve yorumlamaya çalışıyor. Bunu yaparken ise hiç de büyüklük taslamayan, ‘sırlara erişmek’ gibi büyük eylemleri hedeflemeyen son derece alçak gönüllü ve doğal bir dili ve üslubu benimsiyor. Hemen her başlığı yorumlarken genelde zaman perspektifinden yaptığı değerlendirmelerle ise bize insanoğlunun yalnızca dünyadaki konumunu değil zamanın içindeki etrafındaki günlük hayat ve diğer ‘şeyler’le olan karşılıklı etkilenen ve etkileyen ilişkisi ile ortak evrilişini de ek bir boyut olarak sunuyor.
Zaman bu güzel kitabının en temel motifi kuşkusuz. Ama etrafında dönüp durduğu asıl soru ise hep ilk baştaki “hayatı yaşamaya değer kılan ne?” oluyor. Tüm bu metinler boyunca doğmamış kızına (ve tabii kendisi gibi insanoğluna) farklı ‘şeyler’ üzerinden çeşitli nedenler sunan ve onun gözünü yaşamın sıradan anlarında saklı olan sıra dışı güzelliklere ve mucizelere açmaya çalışan Knausgaard’ın kendisi bu soruyu nasıl cevaplıyor sizce? Buna her okurun yorumu farklı ve kişisel olacaktır kuşkusuz. Bense kendi adıma aradığım cevabı onun son satırlarında yakaladım. “Belki fark edersiniz belki etmezsiniz, yaşam boyu binlerce göze bakarız, birçoğu algılanmadan geçer gider, fakat o gözlerde birdenbire bir şey belirir, bu istediğiniz ve yakın olmak için her şeyi yapabileceğiniz bir şeydir. Nedir peki? Göz bebeklerini görüyor olamazsınız, gözün merceği veya beyazı da değildir. Ruhtur, gözler ruhun kadim ışığıyla dolar ve aşk doruk noktasındayken sevdiğinizin gözlerine bakmak en büyük mutluluklar arasındaki yerini alır.”
Ah, mine’l aşk! Kuşkusuz yaşam denen büyük sırrın yegane cevabı…