“Bu bizim kültürümüzün ters yüz edilmiş hali”
Denizin üstünde kanatlarını açmış bir albatros uçarak süzülüyor. Özgürlüğün, mutluluğun ve güzelliğin simgesi bu görüntüyü gözlerimi ayıramadan izliyorum. Ancak Kuzey Pasifik Okyanusu’nda Midway Adası’nda en yakın kıtadan 2000 Mil kadar uzak yaşayan bu albatroslar, görünenin aksine büyük bir trajediyle iç içeler. Albatross adlı bu videonun sanatçısı Chris Jordan’ın kareleri sayesinde, o güzel yaratıkların midelerinin içinin plastik atıklarla ağzına kadar dolu olduğunu ve onları korkunç acılar eşliğinde kaçınılmaz bir ölümün beklediğini görüyoruz. Mutlak güzellikle mutlak acının yer değiştirdiği o andayız işte…
Ve duvarda bir yazı… “Benim için dayanılmazı en zor olan, ölüm nedenleri hakkında benim bildiğim ama onların hiçbir zaman bilemeyeceği şeydi. Bu deneyimde kederin gerçek doğası ortaya çıktı. Gördüm ki keder, üzüntü ya da umutsuzlukla aynı şey değil. Keder aynı sevgi gibi. Keder, kaybediyor olduğumuz ya da çoktan kaybettiğimiz bir şeye duyduğumuz sevgi gibi deneyimleniyor.” Chris Jordan, Sanatçı.
O an bir tür aydınlanma yaşıyorum ve 16. İstanbul Bienali’nin ana teması olan Yedinci Kıta’nın tam olarak ne anlama geldiğini iliklerime dek hissediyorum!
MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi
Oysa o gün her şey çok farklı bir tonda başlamıştı. Spot Projects tarafından düzenlenen SPOT.TER etkinliklerinin yeni sezonu kapsamında, hep birlikte 16. İstanbul Bienali’nin ana mekanı olan MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ne gelmiştik. Bu ana mekanı ziyaretimiz ortalama iki buçuk saat süren ve profesyonel İKSV rehberleri eşliğinde gerçekleşecekti. Bu tur öncesi ise bizi Meditasyon App tarafından gerçekleştirilecek “Dünyayı Hisset” adlı bir meditasyon seansı bekliyordu. “Diğer insanlarla ve yaşayan her varlıkla karşılıklı bağlantılısın. Bu bağın ne kadar farkındasın?” diye kendimize sorular yöneltip, kendi eylemlerimizin sorumluluğunu almaya çağıran bu meditasyonun ardından uzun turumuza ilk kattan itibaren başlamıştık. Acaba bu turda bizi neler bekliyordu?
Turun detaylarını anlatmaya koyulmadan önce binaya dair birkaç şey söylemekte de fayda var. 2005’te 9. İstanbul Bienali ve 2011’de 12. İstanbul Bienali’nin de gerçekleştirildiği 5 numaralı Antrepo binasının müzeye dönüştürülmesi için çalışmalar ise sekiz yıldır devam ediyordu. Kısa bir süre önce müzenin danışmanı olarak Vasıf Kortun’un görevlendirilmesiyle birlikte hız kazanan hazırlık sürecinin ardından müze, 2020 baharında, tasarımı Emre Arolat’a ait olan yeni binasında kapılarını açmaya hazırlanıyor. Ama bu açılışın öncesinde de Bienalin ana mekânı olarak konumlanan müzede 37 sanatçı ve sanatçı kolektifinin Antroposen çağını farklı perspektiflerden ele alan gerçek ya da kurmaca hikâyelere dayalı eserleri yer alıyor.
Peki Antroposen çağı ne anlama geliyor? Bienalin teması olan Yedinci Kıta nedir?
Fransız yazar ve akademisyen Nicolas Bourriaud’nın küratörlüğünde gerçekleşen 16. İstanbul Bienali, Yedinci Kıta başlığıyla insanlığın sebep olduğu doğal veya kültürel atıklara antropoloji ve arkeolojinin araçlarıyla bakan güncel sanat çalışmalarına odaklanıyor. Başlığını okyanuslarda yüzen devasa atık yığınına verilen isimden alan bienal, sanat ve ekoloji arasındaki ilişkiyi de tartışmaya açıyor. İçinde yaşadığımız dünyanın yeni bir jeolojik çağa girdiği konusunda pek çok bilim insanı hemfikir. Antroposen adı verilen bu yeniçağın en belirgin özelliği ise, ona jeolojik faaliyetlerden ziyade insan faaliyetlerinin yol açmış olması. Antroposen’de gezegenin insan eli değmemiş köşeleri gitgide azalırken, yerleşim merkezleriyle diğer canlıların paylaştığı kırsal arasında var olduğuna inanılan kültür-doğa ayrımı da ortadan kalkıyor. Dünya, şehirlerin tek bir megapolde birleştiği, merkezi olmayan, tamamen insan üretimi bir mekâna dönüşüyor. Canlılar ile makinelerin, doğal ile yapay zekânın iç içe geçtiği bu çağda sanat ise giderek insanı merkezine almaktan vazgeçerek yönünü insan ile insan olmayan arasındaki sınırın geçirgenleştiği bir dünyayı araştırmaya doğru çeviriyor.
Yedinci Kıtasanatı, insanın etkilerini, takip ettiği yolları, bıraktığı izleri ve insan olmayanlarla etkileşimini araştıran bir antropoloji olarak tanımlıyor. Bienal ana başlığını, Antroposen çağının küresel ısınmayla birlikte en gözle görünür sonuçlarından biri olan, Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki devasa atık yığınından alıyor. Popüler bilimde “Yedinci Kıta” olarak anılan bu kütle, 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde, 7 milyon ton ağırlığındaki bir plastik yığınından meydana geliyor. İnsan atıklarının okyanusun ortasında yeni bir kıtanın oluşumuna sebebiyet verdiği bu olay, 16. İstanbul Bienali için ekolojik sorunlar karşısında sanatın güncel durumunu pek çok sanatçı, düşünür, antropolog ve çevreci ile birlikte araştırmak için bir çıkış noktası oluşturuyor.
Bienalin küratörü Nicolas Bourriaud “16. İstanbul Bienali’nin başlığı bir film adını andırıyor;” diyor “Yedinci Kıta’nın çağrıştırdığı imge böylesine güçlü. Pek çok kişinin bildiği gibi, bu terim şu anda okyanuslarımızın en az 3.4 milyon kilometre karesini kaplayan devasa bir plastik atık kütlesini ifade ediyor. Bu alan, Türkiye’nin yüzölçümünün neredeyse beş katı. Atıklardan oluşmuş yepyeni bir dünya. Ama Kristof Kolomb’un keşfettiği diğer “Yeni Dünya”dan farklı olarak, bu dünyayı biz farkında bile olmadan kendimiz yaratmışız. Yarattığımız şey, tam olarak istemediğimiz şey. Reddettiğimiz her şeyden oluşan bu kıta, Antroposen çağın nihai sembolü.”
Ve böylece reddedilenlerden, reddedip görmek istemediklerimizden oluşan ve bizi onlarla yüzleştiren bienale dair turumuz başlıyor. Dört kata yayılan ve labirentimsi bir şekilde ilerleyen bienal güzergahında yer alan işlerin her biri tek başına bir hikaye, bir ses ancak hepsini bu sırada izlediğinizde ortak bir şarkıya, aralarında paslaşan bir koroya dönüşüyorlar. Örneğin Albatross ile İstanbul’un yeni havaalanı ve üçünü köprü inşaatı nedeniyle yerlerinden edilen ve yaşam alanları yok edilen mandaları anlatan Ozan Atalan’ın, Monokrom adlı video işi ile avladığı balık son soluklarını verirken ona şefkatle sarılan bir balıkçının hayali ritüelini gösteren Jonathas de Andrade’nin balığın soluk sesleriyle iyice çarpıcı bir hale dönüşen O Peixe (Balık) adlı işinin arasında kurulan bağlar gibi…
Öte yandan tüm bienalin böyle ‘kederli’ bir tona sahip olduğunu düşünmeyin sakın! Kendinizi Simon Fujiwara’nın bir tür lunapark etkisi yaratan, koca bir odaya yayılmış yerleştirmesinde bulduğunuzda içinizden küçük pembe baloncuklar havalanıyor adeta. Sanatçının İstanbul yakınında bir lunapark düzeneği imalatçısının çöp kutusunda bulup keşfettiği pop ikonu figürlerini yeniden kurgulayıp bir araya getirdiği Dünya Çok küçük (Hapishane) adlı minyatür şehir düzenlemesi fantezinin ve gerçeklerden kaçışın gündelik hayatımızın temel yapılarına nasıl sirayet ettiğini son derece eğlenceli bir şekilde sergiliyor. Üstümde benzer türde bir etki yaratan bir diğer iş ise Haegue Yang’ın Kuluçka ve Tükenmişlik – İstanbul Veriyonu oluyor. Medusa’ları, tüylü melekleri, “kırık” laleleri ve uyarlanmış Seki disklerini içeren bu odadaki yerleştirme beni içinde alternatif bir gerçeklikte kaybolmaya davet ediyor adeta. Tıpkı Nicolas Bourriaud’nun da söylediği gibi bu turda izlediğim sanatçılar biz izleyiciler için yeni kültürler yaratmayı başarıyorlar.
“Bienali planlarken, bu dünya ile kabul edilen norm ve kültürlerin de neredeyse hücresel boyuta kadar parçalanmış halde olduğu kendi dünyamız arasında koşutluk kurdum”, diyor Nicolas Bourriaud. “Her şey hızla değişiyor. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bu parçalanmanın sonucunda ya da belki buna tepki olarak, dünyadaki bütün ülkelerde milliyetçi hareketlerde artış yaşanıyor. Artık merkezler veya yekpare düşünme biçimleri yok, bir nevi ayrık düşünce takımadaları var denebilir.
İstanbul’a, yüzyıllar boyunca insanların ve ideolojilerin karşı karşıya gelip yoğrulduğu bu şehre, yeni “merkezsiz” dünyamızı, Yedinci Kıta’mızı keşfe çıkmaları için 26 ülkeden 57 sanatçı davet ettik. Onlar bu dünyanın antropologları olacak da diyebiliriz. Bienalde yer alan her sanatçının çalışmaları bir şekilde bu amaca gönderme yapacak. Günümüzde sanatçı, eskisinden daha çok, mutlak öteki rolünü oynamalı, var olan ya da kabul edilen şeylere bağımlı olmayan, ayrı bir duruş ortaya koyan kişi olarak görülmelidir. Sanatçılar, bilinçsizce yarattığımız şeyleri bize gösterebilir. Kültürlerini değiştirip yeniden oluşturan, yeni kültürler yaratan kabile temsilcileridir onlar.”
Pera Müzesi
Bir başka gün, bu sefer de yine SPOT.TER etkinliği kapsamında bienalin Pera Müzesi kısmındayız. Ve turumuza Nicolas Bourriaudile İstanbul Bieanli ve İKSV Güncel Sanat Projeleri Direktörü Bige Örer’in birer konuşmasıyla başlıyoruz.
Pera Müzesi’nin yapısı itibariyle bu kez dolaşacağımız alan MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’neoranla çok daha kompakt ve derli toplu. Bu da izlenen işlere çok daha iyi nüfüz etmemize olanak sağlıyor haliyle. Nicolas Bourriaud’nin sözleriyle “Yeniden yaratım, 16. İstanbul Bienali’nin anahtar temasını oluşturuyor.” Ve işte Pera Müzesi’nde direkt buna tanıklık ediyoruz. Sanatçılar Norman Daly ve Charles Avery, insanı içine çeken iki yeni dünya yaratmışlar.
2008 yılında ölen Daly, hayatının önemli bir kısmını, Llhuros adında, arkeologlar tarafından “keşfedilmiş”, kurmaca, kadim bir uygarlığı inşa ederek geçirmiş. Sanatçı, bu uygarlığı resim, heykel, mimari, şiir, haritalar, mücevherler, kostümler, şarkılar, kalıntılar ve bilimsel araştırmalar gibi pek çok yaratıcı biçimi kullanarak ortaya koymuş. J. R. R. Tolkien’in fantezi dünyalarıyla kıyaslanabilecek, bu benzersiz derinlikteki hayali diyar, tarihin maddeyle kodlanma biçimlerini somutlaştırıyor. Ve kendimi kısa zamanda içinde kaybettiğim bu hayali uygarlığın ‘kalıntıları’, benim tüm bienaldeki en favori işlerim arasında yer almaya hak kazanıyor.
Sanatçı Charles Avery ise, 2005’ten bu yana kişisel deneyimine, felsefi söyleme ve hayal gücüne dayanarak epik, kurmaca bir ada yaratmakta. Avery’nin büyük ölçekli yerleştirmesi bir balık pazarındaki tezgahları andırıyor ve Ada’nın çeşitli yönlerini ve mitolojisini parklarından para birimine ve sakinlerine kadar tüm özellikleriyle gösteriyor. Avery’nin felsefi pratiği, Nicolas Bourriaud’nun “ötekiliklerin, tekilliklerin ve başkalıkların çoğulluğu” olarak tanımladığı zenoloji için bir deneme zemini olarak görülebilir. Belirsiz bir dünyada radikal ötekilik ve farklılığı nasıl hayal ve inşa edebilir ve onlarla nasıl ilişkiye geçebiliriz?
Piotr Uklanski ise bizleri çok daha yakından ilgilendiren bir işe imza atmış. Polonya ile Türkiye arasındaki tarihi bir olayı yer yer gerçeklere dayanarak, yer yer de tamamen kurmacaya kaçarak irdeliyor. Sanatçının Doğunun Vaatleri adlı serisi, erkekliği, oturma pozisyonundaki kişilerin portrelerini, ikonografiyi ve dönem kıyafetlerini irdelerken, bir yandan da günümüzde Batı’da yayılmakta olan İslamofobi ile günümüz Polonya’sının kendi tarihini bastırmasını açık bir şekilde hedef tahtası haline getiriyor.
Sonuç olarak insan yapımı nesneler, insanlar ve diğer yaratıklar, bitkiler ve mineraller tıpkı okyanusta olduğu gibi, Bienal’daki sergi mekânında da bir arada bulunuyor.
“Bu durumda, hem taşlarla hem bitkilerle, hem geçmişten gelen kalıntılarla hem sanayi ürünleriyle iletişim kurabilen, dünyadaki bütün sesleri ileten arayüzler olarak güncel sanatçıları bekleyen görev, canlıların tamamına hitap edebilmektir,” diyor Nicolas Bourriaud. “Geleneksel toplumlardaki şamanlar gibi sanatçı da türler, tarzlar ve tipler arasındaki, özne ile nesne arasındaki işaretler kavşağında duruyor. Sanat yapıtı, bütün canlı organizmaların yaydığı türden bir sinyaldir. Güncel sanat tüm yaşam biçimlerinin yaydığı işaretler bütününün şifresinin çözüldüğü bir uç nokta, dünyanın dilinin insan diline tercüme edildiği yerdir.”
Bourriaudboşuna sanatçıları şamanlara benzetmiyor. Tüm kadim öğretilerin ve büyük dinlerin insanlığın başlangıcından bu yana tekrarlayıp durduğu gibi “Hepimiz bir’iz”. Bu evrende mevcut olan tüm canlı ve hatta cansız varlıklar, hepimiz bir’iz. Ve bazılarını ötekileştirmeyi ve yok saymayı sürdürürsek, o Yedinci Kıta bir gün gelecek hepimizi yutacak! Popüler kültürden de bir örnek vermek gerekirse Game of Thrones hiç de bir fantezi dünyası değil. Gerçekten de “Winter is coming” ve bizleri yok edecek olan ortak düşmanımız Ak Gezenler/ Yedinci Kıta’yı yaratanlar da bizlerden başkası değil. İyi ki her öykünün olduğu gibi bu öykünün de iyileri olan kurtarıcı kahramanları yani sanatçılar var, birer şaman gibi bizleri uyandırıyorlar.
Not:
*Japonya’dan Arjantin’e, ABD’den Polonya’ya, İran’dan Tayland’a dünyanın dört bir yanından 25 ülkeden 56 sanatçı ve sanatçı kolektifinin eserlerine yer verecek bienale Türkiye’den 8 sanatçı katılıyor. 36 sanatçı İstanbul Bienali için yeni eser üretiyor.
**16. İstanbul Bienali, Pera Müzesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin Tophane’deki yeni binasının yanı sıra üçüncü bir ayak olarak Büyükada’da yer alıyor.Büyükada’daki eserler izleyicilerin sergiyi görme hızını yavaşlatarak hem mekânsal hem de zamansal açıdan bienal deneyimini zenginleştirirken, şehirden uzakta bir parantez niteliği taşıyor.