Bir serginin düşündürdükleri: Fotoğraf sanatı, kardeşlikler ve Sylvia Plath’a dair…
Fotoğraf sanatçısı Ahmet Elhan, “Size çok ‘genç’ bir sanat dalının kısa tarihini anlatacağım,” diyerek söze başlıyor. Bu ‘genç’ sanat dalı, 1830 yılında keşfedilerek on binlerce yıllık (mağara devrinden itibaren başladığını kabul edin) resim sanatının tarihine ‘yeni bir halka’ olarak eklenen fotoğraf sanatından başkası değil… Ve sonra bize bu ‘büyülü’ sanatın tarihini anlatmaya koyuluyor. Sanatla teknolojinin el ele vermesiyle ortaya çıkan fotoğraf sanatının tuhaftır ama çoğu zaman resim sanatının önüne geçen bir uçuculuğu, hayali dünyalara açılan bir kapısı var. Bunun her zaman farkında mıydım yoksa Elhan’ın şiir gibi ilerleyen anlatımı sırasında mı anladım emin değilim, zaten bunun çok da önemi yok.
Fotoğrafın resim ve genel sanat tarihiyle, ülkeler ve sanatçılar bazında ilerleyen tarihini ve gerçekleşen olağanüstü gelişimini izlerken bir an geliyor, tam da sanatın mucizevi yanlarından birine özgü bir tesadüften bahsediyor Ahmet Elhan. Birbiri ardına tekrarlanan hareketlerin aynı plaka üzerinde tespit edilmesini sağlayan (ve böylece sinema sanatına da kapı açan) ‘in motion’ tekniğinin yaratıcısı olan fotoğraf sanatçısı Eadweard Muybridge ile aslen bir bilim adamı olan ve bu tekniği bilimsel çalışmaları için başka bir yönden geliştiren (bunun için icat ettiği silaha benzeyen bir tür kamerayla) Etienne-Jules Marey’in arasındaki tuhaf tesadüften… İngiliz Muybridge 9 Nisan 1930’da (yani bir diğer tesadüf olarak fotoğrafın icat edildiği senede), Fransız Marey ise yalnızca bir ay önce 5 Mart 1930’da doğuyor. İki isim de aynı alanda benzer çalışmaları yapıp, fotoğraf sanatının ve hatta kavramsal anlamda sanatın geleceğine yön verdikten sonra Muybridge 8 Mayıs 1904’te, Marey ise ondan yalnızca bir ay sonra 15 Mayıs 1904’te dünyadan ayrılıyor. Ve bir anlamda ikisinin bu dünyadaki ‘hareketi’ fotoğrafın tarihçesinin aynı plakasında yan yana işlenmiş oluyor, sonsuza kadar…
Bulunduğumuz yer İstanbul, Bomontiada’da yer alan Leica Galeri. Burası efsanevi fotoğraf makinesi markası Leica’nın dünya genelinde yer alan galeri ve mağaza zincirlerinden Türkiye şubesini oluşturan mekanı. Galeride yerli fotoğraf sanatçılarının işleri kadar uluslararası isimlerin çalışmaları da sergileniyor. Aynı zamanda bir fotoğrafçılık akademisinin de yer aldığı kompleks, esas olarak fotoğraf sanatının tüm dünyada daha çok ifade bulması ve kitlelere ulaşması gibi özel bir sanat misyonuna da sahip.
SPOT.TER’ın İlkbahar sezonu etkinlikleri kapsamında yer alan bu ziyaretimiz sırasında Ahmet Elhan’ın son derece kapsamlı sunumunun ardından, galeri yöneticisi Yasemin Elçi’nin eşliğinde galeride yer alan “Sisters of Persephone” adlı sergiyi geziyoruz. Bu sergi iki fotoğraf sanatçısının işlerinden oluşuyor. Ülkemizin önde gelen fotoğraf sanatçılarından Nazif Topçuoğlu ile Finli sanatçı AnniLeppälä’nın…
Sergi, ismini 20. yüzyılın önemli şairlerinden biri olan SylviaPlath’ın “TwoSisters of Persephone” başlıklı şiirinden alıyor. Şiirde tasvir edilen iki kadın aslında SylviaPlath’ın hayat hikayesine, şairin içinde barındırdığı farklı kişiliklere, şiire ismini veren mitolojik karakter Persephone’un iki dünya arasındaki hayatına (Zeus ile Demeter’in kızı; yeraltına kaçırılmış ölüler ülkesi tanrıçası) referans veriyor. “Sisters of Persephone” iç dünyasında veya gerçek hayatta ikilem yaşayan kadınların hikayelerini yeniden yorumlamak ve empati kurmak için bir fırsat yaratıyor.
1963 yılının Şubat ayı, tarihlere yaşanan en soğuk kışlardan biri olarak kaydedilir. Su borularının dahi donduğu o kış, bugün yalnızca rekor soğukluğuyla değil, şiir sevdalılarının kalbine buzdan bir bıçak gibi saklanan bir intiharla da anılır. 11 Şubat 1963, pazartesi sabahı Sylvia Plath, odalarında uyumakta olan henüz bebek yaşlarındaki iki çocuğunun başucuna bir tabak kurabiye ve süt bırakıp, odalarının kapısının altını içeri gaz sızmasını önlemek için sıkıca bantlayıp, bir de battaniyeyle destekledikten sonra birkaç uyku hapı yutup ardından kafasını fırına sokup gazı açar. Henüz 30 yaşındadır. Geride iki küçük çocuk, yeni bitirilmiş bir evlilik, henüz yayınlanalı bir ay olmuş bir roman, çok sayıda şiir ve yeni oluşmaya başlamış hayranlar bırakacaktır.
Plath’a, özellikle de bir kadın okur olarak kayıtsız kalmak neredeyse imkansız. Sırça Fanus’u okuyup, yaşamını merak etmemek ise neredeyse olanak dışı! 1933 yılının 27 Ekim’inde Boston’da doğan Plath’ın, belki de tüm yaşamını daha en baştan sakatlayan, tıpkı çizik bir plak gibi hayatı boyunca hem ölümden ve erkeklerden dehşetli korkup hem de ikisine de delice bir tutkuyla bağımlı kılan olay ise o henüz dokuz yaşındayken babasının beklenmedik ölümü olur. Bunun ardından Tanrı’yla konuşmaktan vazgeçtiğini söyleyen Plath, tuhaf bir şekilde öldüğü için babasına karşı da bir tür nefret duyar hayatı boyunca. Tıpkı seveceği tüm erkeklere aynı anda aşk ve nefret duyacağı gibi… Daha sonra en ünlü şiirlerinden biri haline gelecek olan Daddy (Babişko) şiirinde de ona şöyle seslenir; “Babişko, seni öldürmek zorundaydım/ Sen kendin öldün, ben zaman bulamadım.”
İlk gençlik yıllarını annesi ve erkek kardeşiyle geçiren Plath, okul yılları boyunca hep iftihar listesine giren ve bu sayede birbiri ardına burslar kapan bir öğrenci olur. Erkeklerle ise psikolojik olarak zaman zaman karmaşık ve zorlayıcı da olsa ilişkiler kurar. Onun belki de asıl yaşam trajedisini ise dahilerle yarışan IQ’su, ancak baş edemediği zekası nedeniyle, özellikle de genç bir kız olarak içinde yaşadığı zamanın değerlerinin hiç farkında olmadan onu boğmaya başlaması oluşturur. Henüz dokuz yaşında ilk şiirini yazmasını sağlayan hassas duyarlılığı ve gökyüzünde patlayan ani fişekleri anımsatan parlak zekası, ne yazık ki onu hep sıradan hayata ve insanlara karşı uyumsuz hissetmesine de neden olur. Onun için hayatının dönüm noktası ise Fullbright bursuyla okumaya şans kazandığı rüyalarının okulu Cambridge’de katıldığı bir parti sırasında gerçekleşir.
Plath’ın odaya girer girmez dikkatini çeken iri, uzun boylu, son derece yakışıklı genç şair TedHughes, onun hem gelecekteki kocası hem şiir öğretmeni hem de bir anlamda celladı olacaktır. Plath, daha sonra Hughes için yazdığı bir şiirde ondan peşini bırakmayan bir panter olarak bahseder ve adeta bir kahin gibi bir gün ölümünün onun elinden olacağını söyler. Ted, o gece tanışmalarının ardından birkaç dakika geçmeden Sylvia’ya ateşli bir öpücük kondurur. Sylvia’nın bu eyleme cevabı ise Ted’in yanağını aynı şiddette ısırıp, kanatmak olur. İşte bu ateşli tutku bundan sonraki yaşamları boyunca, Plath’ın ölümüne dek onların peşini bırakmayacaktır. Kıskançlık krizleri ardından boşadığı kocasını unutamayan ve hep zihninin kenarında onu bekleyen depresyonuna yeniden teslim olan Plath, iki çocuğuna rağmen o sabah o fırının kapağını açmakta tereddüt etmez. Ve ölümünün ardından kocasının tüm başarılarını bastıracak, pek çok edebiyat aşığı kadının da onu idolleştirmesine ve tek suçlu gördükleri kocasından nefret etmelerine de neden olacak bir şöhrete sahip olur.
Sylvia Plath’ın, şiir sevdalılarının dillerinden düşmeyen pek çok ünlü şiiri var. Ancak içlerinden belki de en ünlüsü Deli Kızın Aşk Şarkısı adını taşıyor. Şiirin başlangıç dizelerinde şöyle diyor şair; “Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi/ Açarım gözkapaklarımı ve doğar her şey yeniden/ (Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)” İşte neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa bir ömre sığdırılan ve iyi ki ‘kafasından uydurmuş’ dedirten onlarca şiir, roman, hikaye ve günce sayesinde; o ‘deli’ kızın şarkısı bugün de hala çalınmayı sürdürüyor.
İşte mitolojik bir öykü kadar kızkardeşlerden ve asıl olarak kendi içinde barındırdığı farklı kişiliklerden yola çıkarak yazdığı “Sisters of Persephone”nin yazarı olan SylviaPlath böyle bir şairdi. Delilikle dehanın arasındaki ince çizgide gezinirken, yaşadıklarını olağanüstü bir yaratıcılık enerjisiyle yazılarına yansıtan özel bir ruh…
LeicaGallery’deki sergiyi gezerken de hem Nazif Topçuoğlu’nun hem de Anni Leppälä’nin işlerinde bu benzer enerjinin yansımalarıyla karşılaşıyor, elinizde olmadan bir yandan da şiirin mısralarını tekrarlıyorsunuz içinizden sessizce. Topçuoğlu’nun rüya sahnelerini anımsatan “kitap okuyan kızlarını” uzun yıllardır takip eden hayranları olarak, bu fotoğraflardaki edebiyatla mitolojinin, cinsellikle merak duygusunun iç içe geçen şiirsel kompozisyonlardan oluşan dışavurumlarını hipnotize edici bir ilgiyle izliyorduk zaten. Ama bu özel şiirin kapsadığı mana altında sanki bu fotoğraflara da hiç fark etmediğimiz yeni boyutlar eklenmiş oluyor. Öte yandan bu serginin diğer ‘kardeş’ sanatçısı olan Finli Leppälä ise konuya bir anlamda çok daha naif bir yönden yaklaşıyor ve fotoğraflarının çoğunun merkezine kız kardeşini ve onun masallardan çıkmışa benzeyen kızıl saçlarını yerleştiriyor. Topçuoğlu’nun yüksek lisansını yaptığı 1981 yılında (malum sanat tesadüfleri sever demiştik!) doğan bu genç sanatçının her bakışta farklı bir hikayeyi, şaşırtan kompozisyonlarla anlatan bu fotoğraflarının herbiri özel bir şiir gibi de okunabilen, görsel ve manasal derinliklere sahip.
Topçuoğlu ve Leppälä’nın adeta çalan aynı müziğe farklı dans adımlarıyla eşlik ederek oluşturdukları ancak sonuçta ortaya müthiş uyumlu bir görsel ‘dans’ çıkardıkları bu özel sergiden ayrılırken; fotoğraf sanatının Muybridge ve Marey gibi büyük ustalarına ve gözlerimizin önünde sürekli yeni güzellik mucizelerinin doğmasına neden olan sanatın tesadüfler tanrısı ile Plath’ın ruhuna özel bir selam yollamayı da ihmal etmiyorum.
Not: Bu özel sergiyi izlemek için maalesef son günlerdeyiz. 3 Mart’ta sona erecek sergiyi mutlaka izlemenizi ve gitmeden önce Plath’ın şiirleri, romanı ve güncesine de (Kırmızı Kedi Yayınları’ndan yayınlanıyor) mutlaka bir göz atmanızı öneririm.