“Lars Von Trier’le yollarımızı ayırıyorduk”
02 Nisan 2013 - 05:04 | Fotoğraf: Yunus DalgıçMilliyet Gazetesi Kültür Sanat muhabiri Nil Kural, Cannes’dan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü kazanmış Alman oyuncu Barbara Sukowa ile sinema üzerine konuştuNİL KURAL
Barbara Sukowa Alman sinemasının en saygın oyuncularından biri. Sinemaya ilk adımlarını, genç yaşta hayatını kaybetmesine rağmen sinema tarihine altın harflerle yazılan yapıtlar veren Rainer Werner Fassbinder’le birlikte attı; başyapıtlarından “Berlin Alexanderplatz” ve “Lola”da birlikte çalıştı.
32. İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan “Hannah Arendt”in yönetmeni Margarethe von Trotta ise sık sık birlikte çalıştığı bir yönetmen. Von Trotta’nın “Rosa Luxemburg”undaki Luxenburg performansı ona Cannes’dan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü kazandırdı. 'Kötülüğün sıradanlığı' kavramıyla ünlü Alman kadın düşünür Arendt’i canlandırmadaki başarısıyla övgü toplayan Sukowa ile kariyerini konuştuk.
Hannah Arendt hakkında fikriniz nasıldı?
Dürüst olmak gerekirse, fazla fikrim yoktu. İsmini, ünlü tanımı 'kötülüğün sıradanlığı'nı biliyordum. Rolü oynayacağım belli olduktan sonra hakkında araştırma yapmaya başladım.
Role nasıl hazırlandınız?
İşe hakkında yazılmış biyografileri ve kendi yazdığı kitapları okumakla başladım. Felsefe temelli olduğu için bu konuda bilgi edinmeye çalıştım. Plato okudum ve Columbia Üniversitesi’nden genç bir profesörle. Bu sırada gergindim çünkü bunların altındaki kadına ulaşmam gerekiyordu. Entelektüel yönünü anlamaya çalıştıktan sonra kişiliğini anlamak için mektuplarını okudum. Bunları yaparken onunla ilgili çekilmiş filmleri izledim. Onun gibi konuşmaya, onun gibi hareket etmeye çalıştım. Sonra yüzümde protezle bir deneme çekimi yapmaya başladık. Sonra Von Trotta bence çok isabetli bir karar verdi. "Film onun gibi görünmekle ilgili değil, bu sadece izleyicilerin dikkatini dağıtır" dedi.
Rosa Luxemburg rolüne hazırlanırken de benzer bir süreçten mi geçtiniz?
Aslında çok farkıydı. Öncelikle onun neslinden kimse hayatta değildi. Okuma kısmı aynıydı diyebilirim ama Luxemburg daha kolaydı. Felsefi arka planı Arendt kadar yüklü değildi. Ayrıca yazılarında kendisiyle ilgili çok ipucu veriyordu. Arendt çok mesafeli bir insan ve kendisiyle ilgili fazla bir şey söylemiyor. Luxemburg’un kişiliğini anlamam çok daha kolay olmuştu.
Von Trotta’yla çok uzun yıllardır pek çok filmde birlikte çalıştınız. Bu ortaklıkta sizi birbirinize bağlayan nedir?
Sanırım bağımız ikimizin de çok meraklı olması ve sürekli öğrenmek istememiz. Bir filme başlarken, tamam her şeyi biliyoruz diye düşünmüyoruz. Filme bir keşif süreci olarak yaklaşıyoruz ve risklerin de farkında oluyoruz çünkü seçtiği konular ana akım konular değil. Bunu ve önceki filmi “Vision - Aus dem Leben der Hildegard von Bingen”, bu kadar fazla insanın izlemesine çok şaşırdık. Bunu beklemiyorduk. Kendi hikayelerimizi paylaşıyoruz. Düşünürseniz, birbirimizi 30 yıldır tanıyoruz.
Kariyerinizin başında Fassbinder ile önemli filmleriniz var. Dönüp baktığınızda onunla olan filmlerinizi ve onu nasıl hatırlıyorsunuz?
Fassbinder’le ilgili şöyle bir durum var: Herkese farklı bir yönünü göstermiş. Onun hakkında çeşit çeşit hikayeler duyarsınız. Şöyle manipüle ederdi, böyle acımasızdı gibi... Bana karşı ise çok şekerdi. Hem kariyerinin sonuna doğru birlikte çalıştık hem de ben onunla hep mesafemi korudum. Sürekli birlikte çalıştığı insanlar aile gibiydi, çok fazla dedikodu dönerdi. Bunun içine özellikle hiç girmedim. Birbirimizle çalışırken, büyülenme halinin kalmasını istedim. Çalışmamız hep saygı sınırları içinde ve ilham verici geçti.
Lars Von Trier ile gencecik bir yönetmenken, “Europa”da birlikte çalıştınız. Sonradan çok tartışma yaratan bir kişiliğe dönüştü.
Bana “Europa”daki rolü teklif ettiğinde, yönetmen olarak onu tanımıyordum. Pozisyonunu anlamaya çalıştım. Çünkü biliyorsunuz filmde Nazi olmayı sürdüren birini canlandırıyorum. Karşınıza hiç tanımadığınız, hiç filmini izlemediğiniz bir yönetmen çıkıyor. Doğal olarak Nazilerle özdeşlik mi kuruyor, onların yanında mı anlamaya çalıştım. Bu yüzden de role hazırlanma sürecinde ısrarla sordum. Özellikle de bir Alman olarak bu konuda hassas davranıp, ısrarcı olmamı anlamadı ve az daha yollarımızı ayırıyorduk. Sonra bir şekilde anlaşır gibi olduk ve çekim sorunsuz geçti. Sanırım benim filmden önce konuşmak, tartışmak isteyen biri olduğumu anlamakta da zorlandı.
“Europa”dan yıllar sonra iki yıl önce Cannes Film Festivali’nde Hitler ve Nazilerle ilgili sözleri kıyamet kopardı.
Çok tuhaf bir espri anlayışı var. Ağzından bir şeyler çıkmaya başladığında, ağzından çıkanların nerelere gittiğini düşünmüyor. Tahminim o sözlere tuhaf bir şaka olarak başladı sonra kontrolü kaybetti. Karanlık bir espri anlayışı var ve doğal olarak insanlara bu sözler anlaşılabilir gelmiyor.
Sinemanın yanında yıllardır sürdürdüğünüz bir tiyatro kariyeriniz var. Hangisi öne çıkıyor, filmi mi tiyatro mu?
Eşit diyebilirim. Almanya’da tiyatro yapmayı seviyorum çünkü ana dilim bu. Ama bir süredir New York’ta yaşıyorum ve 3 çocuğum var, dolayısıyla Almanya’daki tiyatroda yer alamıyorum. İkisini de seviyorum ama bir süredir yapamadığım için tiyatronun fiziksel yönünü çok özlediğimi söyleyeyim.
FESTİVAL SEÇKİSİ
45 Ruhu
Sol sinemanın en önemli isimlerinden Ken Loach, yine politik konuların öne çıktığı bir belgeselle izleyicilerin karşısında. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra İngiltere’de iktidara gelen İşçi Partisi’nin halk için yaptığı sağlık, konut sistemi gibi hizmetleri konu alan belgesel, arşiv görüntüleri ve dönemin tanıklıklarıyla ilerliyor. Loach, ayrıca Thatcher dönemiyle, bunların nasıl teker teker kaybedildiğini de gözler önüne seriyor. “45 Ruhu”, dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde alkışlarla karşılanan, Loach’un en başarılı olduğu alandaki hakimiyetini ve politik gözünün gücünü bir kez daha kanıtlayan bir yapım.
Film, 13.30’da Nişantaşı City’s’de gösterilecek.
Sound City
Eski Nirvana davulcusu, şimdinin Foo Fighters solisti Dave Grohl, Amerika’nın ünlü kayıt stüdyosu Sound City’nin hikayesini anlatıyor. Belgesel, Sundance Film Festivali’nde beğeniyle karşılandı.
Gösterim, 13.30’da Beyoğlu Sineması’nda yapılacak.
Gördüğüne İnan
Dün festivalde bir sinema dersi de veren yönetmen Mige Figgis, psikolojik gerilim türündeki “Gördüğüne İnan”la izleyicilerin karşısına çıkıyor. İngiliz yönetmenin bu türde neler ortaya çıkardığı merak konusu.
Film, 11.00’de Rexx Sineması’nda izlenebilir.
Barbara Sukowa Alman sinemasının en saygın oyuncularından biri. Sinemaya ilk adımlarını, genç yaşta hayatını kaybetmesine rağmen sinema tarihine altın harflerle yazılan yapıtlar veren Rainer Werner Fassbinder’le birlikte attı; başyapıtlarından “Berlin Alexanderplatz” ve “Lola”da birlikte çalıştı.
32. İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan “Hannah Arendt”in yönetmeni Margarethe von Trotta ise sık sık birlikte çalıştığı bir yönetmen. Von Trotta’nın “Rosa Luxemburg”undaki Luxenburg performansı ona Cannes’dan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü kazandırdı. 'Kötülüğün sıradanlığı' kavramıyla ünlü Alman kadın düşünür Arendt’i canlandırmadaki başarısıyla övgü toplayan Sukowa ile kariyerini konuştuk.
Hannah Arendt hakkında fikriniz nasıldı?
Dürüst olmak gerekirse, fazla fikrim yoktu. İsmini, ünlü tanımı 'kötülüğün sıradanlığı'nı biliyordum. Rolü oynayacağım belli olduktan sonra hakkında araştırma yapmaya başladım.
Role nasıl hazırlandınız?
İşe hakkında yazılmış biyografileri ve kendi yazdığı kitapları okumakla başladım. Felsefe temelli olduğu için bu konuda bilgi edinmeye çalıştım. Plato okudum ve Columbia Üniversitesi’nden genç bir profesörle. Bu sırada gergindim çünkü bunların altındaki kadına ulaşmam gerekiyordu. Entelektüel yönünü anlamaya çalıştıktan sonra kişiliğini anlamak için mektuplarını okudum. Bunları yaparken onunla ilgili çekilmiş filmleri izledim. Onun gibi konuşmaya, onun gibi hareket etmeye çalıştım. Sonra yüzümde protezle bir deneme çekimi yapmaya başladık. Sonra Von Trotta bence çok isabetli bir karar verdi. "Film onun gibi görünmekle ilgili değil, bu sadece izleyicilerin dikkatini dağıtır" dedi.
Rosa Luxemburg rolüne hazırlanırken de benzer bir süreçten mi geçtiniz?
Aslında çok farkıydı. Öncelikle onun neslinden kimse hayatta değildi. Okuma kısmı aynıydı diyebilirim ama Luxemburg daha kolaydı. Felsefi arka planı Arendt kadar yüklü değildi. Ayrıca yazılarında kendisiyle ilgili çok ipucu veriyordu. Arendt çok mesafeli bir insan ve kendisiyle ilgili fazla bir şey söylemiyor. Luxemburg’un kişiliğini anlamam çok daha kolay olmuştu.
Von Trotta’yla çok uzun yıllardır pek çok filmde birlikte çalıştınız. Bu ortaklıkta sizi birbirinize bağlayan nedir?
Sanırım bağımız ikimizin de çok meraklı olması ve sürekli öğrenmek istememiz. Bir filme başlarken, tamam her şeyi biliyoruz diye düşünmüyoruz. Filme bir keşif süreci olarak yaklaşıyoruz ve risklerin de farkında oluyoruz çünkü seçtiği konular ana akım konular değil. Bunu ve önceki filmi “Vision - Aus dem Leben der Hildegard von Bingen”, bu kadar fazla insanın izlemesine çok şaşırdık. Bunu beklemiyorduk. Kendi hikayelerimizi paylaşıyoruz. Düşünürseniz, birbirimizi 30 yıldır tanıyoruz.
Kariyerinizin başında Fassbinder ile önemli filmleriniz var. Dönüp baktığınızda onunla olan filmlerinizi ve onu nasıl hatırlıyorsunuz?
Fassbinder’le ilgili şöyle bir durum var: Herkese farklı bir yönünü göstermiş. Onun hakkında çeşit çeşit hikayeler duyarsınız. Şöyle manipüle ederdi, böyle acımasızdı gibi... Bana karşı ise çok şekerdi. Hem kariyerinin sonuna doğru birlikte çalıştık hem de ben onunla hep mesafemi korudum. Sürekli birlikte çalıştığı insanlar aile gibiydi, çok fazla dedikodu dönerdi. Bunun içine özellikle hiç girmedim. Birbirimizle çalışırken, büyülenme halinin kalmasını istedim. Çalışmamız hep saygı sınırları içinde ve ilham verici geçti.
Lars Von Trier ile gencecik bir yönetmenken, “Europa”da birlikte çalıştınız. Sonradan çok tartışma yaratan bir kişiliğe dönüştü.
Bana “Europa”daki rolü teklif ettiğinde, yönetmen olarak onu tanımıyordum. Pozisyonunu anlamaya çalıştım. Çünkü biliyorsunuz filmde Nazi olmayı sürdüren birini canlandırıyorum. Karşınıza hiç tanımadığınız, hiç filmini izlemediğiniz bir yönetmen çıkıyor. Doğal olarak Nazilerle özdeşlik mi kuruyor, onların yanında mı anlamaya çalıştım. Bu yüzden de role hazırlanma sürecinde ısrarla sordum. Özellikle de bir Alman olarak bu konuda hassas davranıp, ısrarcı olmamı anlamadı ve az daha yollarımızı ayırıyorduk. Sonra bir şekilde anlaşır gibi olduk ve çekim sorunsuz geçti. Sanırım benim filmden önce konuşmak, tartışmak isteyen biri olduğumu anlamakta da zorlandı.
“Europa”dan yıllar sonra iki yıl önce Cannes Film Festivali’nde Hitler ve Nazilerle ilgili sözleri kıyamet kopardı.
Çok tuhaf bir espri anlayışı var. Ağzından bir şeyler çıkmaya başladığında, ağzından çıkanların nerelere gittiğini düşünmüyor. Tahminim o sözlere tuhaf bir şaka olarak başladı sonra kontrolü kaybetti. Karanlık bir espri anlayışı var ve doğal olarak insanlara bu sözler anlaşılabilir gelmiyor.
Sinemanın yanında yıllardır sürdürdüğünüz bir tiyatro kariyeriniz var. Hangisi öne çıkıyor, filmi mi tiyatro mu?
Eşit diyebilirim. Almanya’da tiyatro yapmayı seviyorum çünkü ana dilim bu. Ama bir süredir New York’ta yaşıyorum ve 3 çocuğum var, dolayısıyla Almanya’daki tiyatroda yer alamıyorum. İkisini de seviyorum ama bir süredir yapamadığım için tiyatronun fiziksel yönünü çok özlediğimi söyleyeyim.
FESTİVAL SEÇKİSİ
45 Ruhu
Sol sinemanın en önemli isimlerinden Ken Loach, yine politik konuların öne çıktığı bir belgeselle izleyicilerin karşısında. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra İngiltere’de iktidara gelen İşçi Partisi’nin halk için yaptığı sağlık, konut sistemi gibi hizmetleri konu alan belgesel, arşiv görüntüleri ve dönemin tanıklıklarıyla ilerliyor. Loach, ayrıca Thatcher dönemiyle, bunların nasıl teker teker kaybedildiğini de gözler önüne seriyor. “45 Ruhu”, dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde alkışlarla karşılanan, Loach’un en başarılı olduğu alandaki hakimiyetini ve politik gözünün gücünü bir kez daha kanıtlayan bir yapım.
Film, 13.30’da Nişantaşı City’s’de gösterilecek.
Sound City
Eski Nirvana davulcusu, şimdinin Foo Fighters solisti Dave Grohl, Amerika’nın ünlü kayıt stüdyosu Sound City’nin hikayesini anlatıyor. Belgesel, Sundance Film Festivali’nde beğeniyle karşılandı.
Gösterim, 13.30’da Beyoğlu Sineması’nda yapılacak.
Gördüğüne İnan
Dün festivalde bir sinema dersi de veren yönetmen Mige Figgis, psikolojik gerilim türündeki “Gördüğüne İnan”la izleyicilerin karşısına çıkıyor. İngiliz yönetmenin bu türde neler ortaya çıkardığı merak konusu.
Film, 11.00’de Rexx Sineması’nda izlenebilir.
Etiketler: Barbara Sukowa Berlin Alexanderplatz Hannah Arendt Lars von Trier lola Margarethe von Trotta Nil Kural Rainer Werner Fassbinder Rosa Luxemburg