Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Sinema » “Gerçekliği ortaya çıkan eserde aramak lazım”

“Gerçekliği ortaya çıkan eserde aramak lazım”

“Gerçekliği ortaya çıkan eserde aramak lazım”22 Mayıs 2014 - 10:05 | Nil Kural ve Nuri Bilge Ceylan.
Nuri Bilge Ceylan'ın yeni filmi "Kış Uykusu", Cannes'ın büyük ödülü Altın Palmiye için favoriler arasında. Ceylan'la filmini ve bu filmdeki yeni yaklaşımlarını konuştuk
NİL KURAL
 
Biri kısa filmi ‘Koza’ olmak üzere altıncı kez Cannes Film Festivali’nde yarışan Nuri Bilge Ceylan, yeni filmi ‘Kış Uykusu’ ile Altın Palmiye’nin en güçlü adaylarından biri. Başrollerini Haluk Bilginer, Melisa Sözen ve Demet Akbağ’ın paylaştığı film, Kapadokya’da bir otel işleten ve yerel gazetelere köşe yazıları yazan emekli aktör Aydın karakterinin etrafındakilerle ama en önemlisi de kendisiyle hesaplaşmasını konu alıyor. Cannes’da bir araya geldiğimiz Nuri Bilge Ceylan ile filmini konuştuk.
 
Basın toplantısında Haluk Bilginer filmin 200 saatlik çekimi olduğunu söylemişti. Bu kadar uzun çekim yapabilmek dijitale ‘İklimler’le erken geçmenizin bir sonucu mu?
 
Hayır. Senaryonun çok uzun, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’nın iki misli  olması öncelikle ve her bir sahnesinin fazla alternatif çekmeyi zorunlu kılan ikircikli bir yapısının olması denebilir. Filmi 14 haftada çektik. Türkiye şartları için epey uzun bir süre sayılır. Bu nedenle kamera arkasındaki ekip ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ kadar kalabalık olmamasına rağmen, yine de en pahalı filmim oldu bu.
 
Haluk Bilginer ve Demet Akbağ, "Kış Uykusu"nda iki kardeşi canlandırıyorlar.
 
‘Bir Zamanlar Anadolu’da’da ışık kullanımı özeldi. Bu filmde teknik açıdan yenilik olarak nitelendireceğiniz bir alan var mıydı?
 
Kendi kişisel tarihim açısından yenilik diyebileceğim unsur belki bazı odaların çekimlerinde stüdyo kullanmak oldu. Ve bunu çok sevdim. Tamamen meselenize ve oyunculara odaklanabiliyorsunuz. O duvarın şu köşesi karanlık kalsın, ya da şurada yoğunlaşsın ışık gibi estetik kararları da kontrollü şekilde verebiliyorsunuz. Eskiden filmler gerçek mekanlarda, fazla ışık kullanmadan çekilmeli gibi aslında filmin gerçekçiliği ile hiç ilgisi olmayan yöntemleri biraz fazla şişiriyordum galiba. Artık bunlara hiç önem vermiyorum. Filmin sahiciliği meselesi hiç oralarda yatmıyormuş meğer. Sonuçta sinema bir yığın yapay birleşeni bir araya getirerek sahici bir durum yaratabilme mevzusu imiş meğer. Bir sürü aktörün zaten ‘mış’ gibi yaptığı bir ortamda diğer birleşenler gerçek olsa ne olur? Gerçekliği, samimiyeti ortaya çıkan eserde aramak lazım.
 
‘Kış Uykusu’nda sizin diyaloğu çok sevdiğinizi öğrendik. Filmde kullandığınız diyaloglar konusunu biraz genişletebilir miyiz?
 
Bu filmde evet tüm diğer filmlerimden çok daha fazla diyalog olduğu, hatta bu diyalogların bazılarının zaman zaman, sinema için riskli addedilebilecek bir düzeyde, sokak dilinden, gündelik dilden biraz uzaklaştığı söylenebilir. Sinemaya başladığım yıllarda Türk sinemasında doğal diyalog yaratabilme konusunda biraz sıkıntı vardı. Herkesin konuştuğu sokak dilini sinemada pek göremiyorduk. O yüzden o konu benim ve muhtemelen diğer arkadaşlarım için çok önemli hale gelmişti. O yıllar diyaloglarımı doğallaştırmak, sokak diline benzetmek için epey çaba harcıyordum; hatta bunun için gerektiğinde gizli çekimler yaptığım bile oluyordu. ‘Bir Zamanlar Anadolu’da filminin çekimleri sırasında bile, yazdığımız diyalogların yeterince doğal olup olmadığından sürekli kuşkulanıyor, oynayan oyuncuyla ortaklaşa bir çabayla, bunları kabul edilebilir bir düzeye getirecek bir çözüm bulmak için bin türlü takla atıp duruyordum. Ama yine de bugün geldiğimiz noktada Türk sinemasının diyalog konusunda fazla bir sıkıntısı olduğu pek söylenemez. Dizilerde, hatta reklamlarda bile doğal diyaloglarla karşılaşmak artık bizi şaşırtmıyor. Onun için artık yavaş yavaş, bazı karakterlerimizin aktör, çevirmen gibi entelektüel kimliklerine de güvenerek, belli sahnelerde kendilerini daha iyi ifade edebilmeleri adına acaba biraz daha yüklü, biraz daha edebi ya da felsefi diyalog kullanabilir miyiz diye bir deneme yapmak istedim. Aslında bu tarz diyaloglar romanlarda veya tiyatroda çok var. Oralarda bizi rahatsız etmiyor, normal geliyor, ama sinemada alışkanlıklar yüzünden öyle değil. Ama bazen insan bir romancının bu özgürlüğünü kıskanmadan da edemiyor işte. Söylemem gerekir ki Ebru (Ceylan),  özellikle bazı kısımlarda biraz daha gündelik dile dönmemiz gerektiği konusunda ısrarlıydı. Ama ben oraların şiirsel dokularını, ya da kelimelerin ahengini, tınısını falan sevdiğim için böyle kalmasında özellikle ısrar ettim.
 
 
 
Filmde uzun diyaloglu sahnelerde, mesela o uzun Aydın ile ablası Necla arasındaki konuşmada yükselen tansiyonu nasıl ayarladınız?
 
Aslında daha da uzundu ama kurguda biraz kısalttım. Şu an yaklaşık 20 dakika sürüyor. Bu konuşmanın bir kere sanki sonsuza gidiyor gibi bir duygusu olsun istedik. Çünkü ne zaman bazı yakınlarımla bu tip uzun süren tartışmalara girişsem sabaha kadar sürüp gidiyor. Birbirlerine yakın insanlar birbirlerinin zayıf taraflarını tabii ki iyi biliyorlar. Bıçak kemiğe dayandığında da, o en zayıf taraftan hançerlemekten de geri durmuyorlar. Bu durum bir çığ gibi birbirini tetikleyerek büyüyor, ve sonunda insan karşı tarafa kapanması zor yaralar açabilecek ağır darbeler indirmeye başlıyor.
 
Aydın karakteri gibi izleyen herkese tanıdık gelen bir Türk entelektüeli portresi nasıl ortaya çıktı?
 
Tanıdığımız veya tanımış olduğumuz bazı insanlar, çevremizde olup bitenler, kendimizde de olan şeyler, hepsinin bir araya gelişi. Onu tüm karmaşıklığıyla, herhangi bir hüküm vermeden, olduğu gibi ortaya koymak istedik. Film uzun olduğu için de, onu genel anlamda entelektüel denebilecek bir karakterde var olabilecek, yıllar içinde zihnimizde iyi veya kötü anlamda birikmiş bir takım niteliklerle donatmak için yeterince zamanımız vardı.
 
İnsandan yola çıktığınızı söylüyorsunuz ama filmlerinize politik veya sosyal yorumlara açık her zaman. İnsanı işlediğinizde sizce bu anlamlar kendiliğinden mi oluşuyor?
 
Bireyi anlamadan toplumsal meseleleri de iyi anlayamayız tabii ama gene de kendiliğinden oluşma diye bir şey de pek yok. Filmde görünen her ayrıntı muhakkak ki olası tüm anlamları düşünülerek konuyor oraya. Bir yönetmen filmindeki en küçük ayrıntının bile hesabını verebilmek durumundadır. Ama toplumsal veya politik detaylar, bireyin iç dünyasıyla ilgili ayrıntıların yanında, daha net ve çerçevesi belli durumlar olduğu için, onları filme yedirmek o kadar zor değil. Eninde sonunda açıklanabilir şeyler. Ön planda yer alan insan malzemesiyle ilgili kararlar çok daha zor veriliyor. Hiç bir ön kabul ya da formülasyona gelmiyor çünkü. Onun için işin o tarafı daha zor. Kierkegaard’ın dediği gibi yani: “Hiçbir düşünce sistemi bireyin benzersiz deneyimlerini açıklayamaz.”
 
Anton Çehov, ‘Kış Uykusu’nun sonunda referans verdiğiniz, sizi etkilediğini çok iyi bildiğimiz bir yazar. Türkiye’den sizi Çehov kadar etkileyen bir yazar var mı?
 
Sait Faik’i çok severim. Her zaman onun eserlerinden de film yapma düşüncesi kafamdadır hep ama bir şekilde henüz sıra gelmedi.
 
‘Uzak’ zamanında filmin gösterime gireceği salonlarda en iyi görüntü verecek kopyayı bastırmak için ışık ölçüm yaptığınız anlatılır. Doğru mudur?
 
Vardı galiba öyle şeyler. Çıkıp Beyoğlu’nda sinemaların perdelerindeki ışık değerlerini ölçüyorduk falan. ‘Uzak’ sadece 5 kopya dağıtılmıştı. Oynayacağı sinemaları kontrol etmek görece kolaydı o yüzden. Artık geldiğim durumda böyle şeyler pek mümkün değil. Onun için de ipin ucunu koyverdik biraz. Ama güzel günlerdi. O küçük dünya güzeldi.
 
Sinemanın teknik yönlerinin hepsine çok hakimsiniz.
 
Biraz öyle. Eskiden hem her şeyi kendim yaptığım için, hem de teknik adamların sinema anlayışlarının kölesi olmamak için her şeyi öğrenmek zorunda kaldım. Biraz da seviyordum bu işleri herhalde. Ama yine de artık eskisi kadar saplantılı değilim. Güvenebileceğim bazı insanlara da rastladım. Gökhan Tiryaki ve Bora Gökşingöl gibi. Ya da ses editörü Thomas Robert gibi.
 
Mesela özellikle bu filmde profesyonel oyuncularla çalışmanız şarttı değil mi?
 
Kesinlikle. Diyalogları değiştirmeden ağzına oturtabilecek olan çok iyi oyuncularla çalışmak istiyorduk. Haluk Bilginer, daha senaryoyu yazarken düşündüğümüz isimdi. Başta programına uymadı ve başka arayışlara da girdik ama sonra Haluk’un programına kendimizi uydurarak çalışmanın daha iyi olacağını düşündük.