Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Hepimizin ‘içindeki şehir’ Doug’a emanet

Hepimizin ‘içindeki şehir’ Doug’a emanet

Hepimizin ‘içindeki şehir’ Doug’a emanet11 Eylül 2024 - 04:09
Alanında uluslararası ödüllere sahip, eserleri pek çok müze koleksiyonunda bulunan ABD’li çok disiplinli imza Doug Aitken, İstanbul’a özgü yeni eserini de içeren kariyer seçkisiyle Jérôme Sans küratörlüğünde Borusan Contemporary’de. Milliyet Sanat’a konuşan Aitken’a göre, İstanbul sergisi kendisine modern dünya adına ‘farklı bir vizyon’ üretme fırsatı sunuyor.
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
 
İstanbul Rumelihisarı’nın manzara ve mimarisi ile göz alıcı çağdaş sanat adresi Borusan Contemporary, yeni sanat sezonunun açılışında 1990’lı yıllardan bu yana emek veren Amerikalı multidisipliner sanatçı Doug Aitken’ı, Jérôme Sans’ın küratörlüğündeki monografik sergisiyle ağırlayacak.
 
Dr. Kumru Eren direktörlüğündeki yapıda izlenecek “İçimdeki Şehir” sergisi, sanatçının 2007’den 2024’e kadar olan dönemi kapsayan eserlerini buluşturacak. Kurumda ayrıca, Dr. Necmi Sönmez küratörlüğünde, Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nun yeni sergisi ‘Ebedî Prelüd’ de kapılarını açmış olacak.
 
Kariyerinde Venedik Bienali Altın Aslan, Nam June Paik Art Center gibi önemli ödüller de bulunan Aitken’ın üretim çeşitliliğini kavramsal ve biçimsel olarak kucaklayan sergi, basına ve kamuoyuna yapılan açıklamaya bakılırsa, ‘ziyaretçileri pasif bir gözlemciden öte, içinde bulundukları mekânın ritmiyle etkileşime giren birer katılımcıya dönüştürecek.’
 
Sanatçı, Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu siparişiyle üretilen mekâna özgü yerleştirmesini de içeren Türkiye’deki ilk sergisi üzerine, Los Angeles’taki atölyesinde sorularımızı (dijital irtibatla) yanıtladı. Aitken, Milliyet Sanat’a verdiği özel röportajda İstanbul’un kendisini ne denli etkilediğinin altını çizerken, sanat anlayışına ve dünya görüşüne ilişkin pek çok detayı da samimiyetle paylaştı.
“Sanat denen unsurun, adeta ‘içini dışına çıkarmak ile’ ilgileniyorum. Bunun için illa bir galeriye, müzeye gitmemiz de gerekmiyor. Onun bize gelmesi, yeterli. Belki, ortaya koyduklarımızı ‘mükemmellikleri ile’ değil, ama onların bize yönelik kendi enerjileriyle görmemiz yeterli,” diyen Aitken, yeni projelerini de ilk kez bizimle paylaşma cömertliğinde bulundu.  
 
Sn. Aitken, dilerseniz Borusan Contemporary için özel tasarladığınız yapıtınız hakkındaki görüşlerinizi alarak, sizinle özel söyleşimize başlayalım…
 
Bu serginin ‘alışılmışın dışında’ bir teması bulunuyor. Kaldı ki, sergide bana en ilginç gelen unsur, ‘yaşayan bir heykel’ yaratma sürecine girmek oldu. Bu, sizin de izleyici olarak perspektifinizin art arda değişmesi ve kıdem atlamasına neden olabiliyor. Evet, ‘duvar üzerinde’ yaratmak ilk bakışta imkânsıza benziyor. Ancak, siz bir manâda kapıyı açtığınız, mekânda gezinmeye başladığınızda, sizi yansımalardan örülü, art arda hareket içinde bir ‘sistem’ karşılıyor. Bu, benim halihazırda etrafımdaki ‘şeyler’ karşısında her gün tecrübe ettiğim bir durum. Çevremizde olup biten şeyler, bizi ilgilendiren imajlardan daha da ağırlıklı olarak, adeta bizlerin ‘boyunun ölçüsünü alıyor’.
 
 
Doug Aitken, Fotoğraf: Ami Sioux
 
Bu süreçte doğanın da gece, gündüz, rüzgâr veya ses gibi ‘kozmetikleri’ de size bu yapıtı oluşturmanızda yardımcı oluyor mu?
 
Eserin doğa ve izleyici tarafından ‘üretildiği’ dahi söylenebilir. Kendi yaşamlarına devam eden sanat yapıtları meselesiyle özel olarak ilgileniyorum. Bizler kendi hayatlarımızı pasif, biçimsel olarak geçirmeyen canlılarız. Bugünkü neslin dilinin ne olduğunu da, tam da bu koşullarda sorgulamakla yükümlüyüz. ‘Dışavurum’ fikrinin kendi kavramsallığı adına kendi kendini sanat ile sürekli dönüştürdüğünü düşünüyorum. 
 
Adeta bir ağaçtan söz ediyorsunuz. Kökleri ve dalları ile sürekli dönüşen bir ağaç… Siz de bahçıvanımız.
 
Evet, tıpkı bir ağaç ve ben de öyleyim. (Kahkahalar.) Hatta hepimiz, kendi yaşam ağaçlarımızın bahçıvanlarıyız. Sanat yapıtlarına baktığınızda da onların, çevremizde bulunan dünyayı keşif doğrultusunda. kendilerine has birer sistemin köküne indikleri zaten açıkça fark edilebiliyor. Sanat, keşif ve araştırmaya dayalı bir eylem olarak bugün neyin canlı olduğunu, neyin daha uzağa erişebildiğini ve deneyimlerimizin bizleri nereye yönlendirdiğini sorguluyor. Bu soruların çeşitliliği ve yoğunluğundan, sanat da kendi köklerini derinleştirmek suretiyle faydalanıyor. Her biri bambaşka yerlere giriyor. 
 
Bu açıdan günümüz toplumuna baktığımızda, son derece polifonik – çok sesli bir yapı karşımızda duruyor. Kültürü, bugün ‘tekil’ bir bünyeyle değil ama çoğul biçimde deneyimliyoruz. Hareketli imajlar, sosyal medya, müzik, güncel sanat, hepsi…
 
Bana ilginç gelen de bu, meselâ siz ve ben, zaten günaşırı bunlardan konuşup duruyoruz. Bundandır ki hepsi bana tek bir tartışmanın parçaları gibi geliyor. Bu anlamda sanatımda ilgimi aşırı çeken bir unsur varsa, o da bu farklı araçları - mecraları birbirleri arasında değiş tokuşa sevk etmek oluyor. 
 
Aklımıza kariyerinize damga vurmuş değerli bir ‘topyekûn sanat’ tecrübesi, “İstasyondan İstasyona - Station to Station” geliyor ki, bu proje akla ‘Beat Kuşağı’nı da getiriyor. ‘Yol’ ve ‘kaos’ fikri özellikle öne çıkıyor.
 
Evet. Bu projeyi Beat Kuşağı kadar Fluxus veya DaDa akımlarıyla da pekâlâ yan yana koyabiliriz. Bu çabalarda dikkatimi çeken unsur ‘yorulmazlıkları’ oluyor. Özgürlükleri uğruna böyle bir bünye taşıyorlar. Buradan doğan yoğun enerji bana çok ilginç geliyor. Bir sanat eserinin izleyenine ne şekilde olur da ‘beklenenden fazlasını’ hiç bir formül olmaksızın verebileceği meselesiyle ilgiliyim. Bu yönüyle “İstasyondan İstasyona” projesi, bildiğiniz gibi 4 bin millik, Kuzey Amerika’yı kat eden biricik bir tren yolculuğuna tekabül ediyor.  Bu trenin her bir kompartımanında kültür, sanat, müzik uğruna birbirinden farklı üretim ve deneyimler ortaya konuluyor. Tren her durakladığında, geldiği kent veya kasabayı da kendi ‘happening’leriyle birbirinden bağımsız ve beklenmedik olarak etkisi altına alıyor. 
 
İşte ben de bu anlamda sanat denen unsurun, adeta ‘içini dışına çıkarmak ile’ ilgileniyorum. Bunun için illa bir galeriye, müzeye gitmemiz de gerekmiyor. Onun bize gelmesi, yeterli. Belki, ortaya koyduklarımızı ‘mükemmellikleri ile’ değil, ama onların bize yönelik kendi enerjileriyle görmemiz yeterli diyorum. 
 
 
Doug Aitken, “Dijital Detoks”, 2020; © Doug Aitken, Sanatçının izniyle; 303 Gallery, New York; Galerie Eva Presenhuber, Zürih; Victoria Miro, Londra; Regen Projects, Los Angeles. Fotoğraf: Evan Bedford
 
Yapıtlarınızdaki akustik ve görsel potansiyel bana yine Pink Floyd grubu ve üyelerinin sanat ve performans anlayışlarını çağrıştırıyor. Bu açıdan sizi hem işitsel, hem görsel bir yönetmen olarak tariflemek isterim. Ne dersiniz?
 
Evet, sanatçı olarak türlü ‘durumlar’, koreografiler yaratmakla ilgili biriyim. Diğer işlerime bakın, örneğin “Sleepwalkers” projesi, ya da “New Horizon” gibi çalışmaları, hep kentlerde ortaya koyuyorum. Bunların kimi sessiz, ölümlü atmosferler üretirken, gölgelerin anlattığı alacakaranlık hikâyeler haline de geliyorlar. Böylece ‘manzara’ları yeniden insanla ilişkilendirerek, onları da birbirleriyle temasa sevk ediyorlar ve modern manzara adına bir duygusal ton üretiyorlar. 
 
Bu anlamda, İstanbul’da açtığımız bu yeni sergi de, bana modern dünya adına farklı bir vizyon üretme fırsatını sunuyor. Salt teknolojiden ibaret olmayan, geleceği sırf ileriye taşımayan bir vizyon. Ama öyle bir vizyon ki bize aslında birer ‘birey’ olma durumumuzu yeniden hatırlatır türden olanı. Bize incinebilirliğimizi, yön bulma duygumuzu yeniden hatırlatan; bize, ‘günümüz’ ve ‘gelecek’ fikrini nasıl olup da yeniden harekete geçirebileceğimizi önerebilen bir vizyon. 
 
Eserlerinizdeki ‘doğurganlığın’, ‘ölümlülük’ ve ‘vahşiliğin’ de hakkını vermemiz gerek. Günümüzde bir çok teorisyen, küratör, sanatçı gözünü AI - yapay zekânın piyasa olanaklarına dikmişken, bunlar sizi ve eserlerinizi neredeyse hiç ilgilendirmiyor. Ne dersiniz?
 
Evet. Aslında bizler, zamanda geleceğe doğru ‘ileriye gittikçe’, insanlığın da ‘organik tabiri’ uğruna artan bir tutkuya maruz kalıyoruz. Bu bizim için bir nevi eşik noktası artık. ‘Sürekli ileriye gitme’ mazeretiyle artık tüm yiyeceklerimizin de ‘organik olarak’, bir insan tarafından, onun tarlasından, doğal bir gün - gece takviminden büyümelerini umuyoruz. Bundandır ki, ‘kültür’ dediğimiz şeyi de artık tamamen ‘el emeği’ fikir ve deneyimlerle tecrübe etmek istiyoruz. Bu açıdan çoğu zaman yeniliklerle çevrelenen kültürün, artık yoğunlukla ‘insanî’ olmasına da kıymet verip, bunu umursuyoruz. İşte bu yönüyle önümüze çıkan ‘kavşak’ların çok ilginç yerler olduğunu düşünüyorum. Birçoğuna baktığınızda, hemen hepsi ‘yeni teknoloji’yle çevrili ki işte ben onlardan değilim ve bu ilgimi çekmiyor. 
 
Bu uğurda, ‘mükemmeliyetçilik’ ve ‘bencillik’ de kültürde bir uğursuz ‘trend’ haline geliyor, değil mi?
 
Evet kesinlikle, kaldı ki mükemmeliyetçilik bana hiç de ilginç gelmiyor. Bunun karşısında türlü ‘akıntı’lar, yıldönümü veya güldürüler, bize beklenmedik ne varsa, onlar bana daha yakındalar. 
 
‘Yenilgi hakkımızdır’ diyorsunuz.
 
Evet ve bana göre sanatın üretim sürecinde yenilginin büyük etkisi var. Burada, Los Angeles’ta, Venice Beach’teki atölyemdeyim. Her gün, bu kentte, kimseler uyanmadan, ben burada oluyorum. Buraya geliyor ve her gün fikirler üzerine çalışıyoruz. Buradan çıkan sanat eserlerinin yüzde doksanı asla izlenecek seviyede dahi olmuyor. Onları daha nereye kadar götürebileceğimiz konusunda zorluyoruz. Kimi parçalara ayrılıyor, kimi yerle bir oluyor. Belki bu olanlardan ötürü değişime uğruyor ve yeni bir şey ortaya koyuyoruz. Bunun da tam anlamıyla yaratıcılıkla, yeni olanı ortaya koymakla doğrudan ilgisi var. Bu, yaratıcılığın ham enerjisidir. Yaptığınız, bu enerjinin heykelini ortaya koymaktır. 
 
Atölyenize bir orkestra şefi gibi hakim iken, yapıtlarınızın üretim süreci ve sonuçlarına yönelik olası yorum veya müdahalelere, siz nasıl karşılık veriyorsunuz?
 
Atölyemde birçok araç-medya üzerinde eşgüdümlü çalışır bir metot sürdürüyorum. Bazen üstünde durduğunuz bir çalışma sizi bariz bir yöne gitmeye, sözgelimi müzik üretimine yönlendirebiliyor. 
 
Şu anda Los Angeles Filarmoni Orkestrası ile işbirliğinde, geniş eksenli bir proje üzerinde çalışıyorum. Bu, onlar için beklenmedik bir duruma karşılık geliyor. Vokal müzik yazıyorum, enstrümantal müzik kaydımız olabiliyor, bir hikâye yazıyor, o hikâyeyi filme alıyorum, filmde neredeyse hiç diyalog bulunmuyor. Böylece ses ve müzik, eserde büyük bir önem kazanıyor. Bu da ortaya, ‘multimedya’ seviyesi yüksek bir proje çıkarıyor. Bu süreçte, koroda işbirliğine gittiğimiz her birey, birbirinden bağımsız durumda ve bu durumun yarattığı kesişmeler ve farklılıklar da, beni doğrudan ilgilendiriyor. Siz, bir koronun üyeleriyle çalışıyorsunuz;  onlar ise daha önce hiç bir görsel sanatçı ile çalışmış değiller. Bir diğer tabirle, sizin kendi ‘ada’nız var, onların da öyle. Bu da bizi bir takımada misali birleştiriyor. 
 
 
Doug Aitken, “3 Modern Figür (nefes almayı unutma)”, 2018; Sergiden görünüm: Galerie Eva Presenhuber, Zürih, 2018; © Doug Aitken, Sanatçının izniyle; 303 Gallery, New York; Galerie Eva Presenhuber, Zürih; Victoria Miro, Londra; Regen Projects, Los Angeles. Fotoğraf: Stefan Altenburger
 
Verdiğiniz bu detayların bize anımsattığı bir diğer durum, bir sanatçı olarak, alanınızda oluşturduğunuz ‘klasik’ kimlik de oluyor. Rönesans periyoduna baktığımızda, meslektaşları ile eşgüdümlü biçimde üreten sanatçılarla sizi aynı zemine koymak, gayet olanaklı görünüyor. Neticede Cat Power, Iggy Pop, Fatboy Slim gibi sanatçılarla da geçmiş projelerinizde çalışan birisiniz.
 
Elbette. Bu ‘kültür’de esas önemli olanı da, ‘kıymetli’ olmayan kültürle kurduğumuz o direk temas gibime geliyor. Sanat, değeri kristalize edip sunuyor; tamam evet ancak buna karşılık, daha ‘ham enerji’nin de varlığı niye söz konusu olmasın? 
 
20. yüzyıl bestecilerinden Igor Stravinsky aklıma geldi. Ben, onun ‘atalarımızdan’ biri olduğu fikrindeyim. 1913’te aynı adlı bale adına Nijinsky için yazdığı “Bahar Ayini”ne (The Rite of Spring) bir bakın lütfen. Kendisi o yapıtı şiddet olaylarının yaşandığı bir dönemde üretmiştir. Bir çok insan bunu hiç aklına getirmez. Onda tamamen kaosu, yabanıl olanı göreceksiniz. Bu anlamda işte bizlerin de hayatlarımızda buna ihtiyaç duyması gerekli bence. Koşulsuz özgürlüğü keşfetmek adına, bizler de o boşluğa ihtiyaç duyabilmeliyiz.  İşte, kültürün boşluğu ‘işgal’ ettiği yerden tam da kastettiğim bu boşluktur. Hepimiz bunun üzerinde çalışabilmeliyiz. Hepimiz bir anlamda hep beraber ‘dans edebilmeliyiz’. Bunu o inanılmaz enerjimizle birbirimize saçabilmeliyiz. 
 
 
Doug Aitken, “3 Modern Figür (nefes almayı unutma)”, 2018
Kurulum görünümü: 6775 Santa Monica Bulvarı, Los Angeles, 2019 
© Doug Aitken (Sanatçının izniyle)
Fotoğraf: Dakota Higgins
 
Sirk enerjisinden etkilenir misiniz? Özgürlük, sürpriz, kaos, eğlence. Bunlar, yapıtlarınıza işlemiş şeyler.
 
Evet. Söyledikleriniz, Borusan Contemporary’de de sergilenecek eski çalışmalarımdan “Sleepwalkers”ı (Uyurgezerler, 2007) aklıma getirdi. Hatırlayacağınız gibi bu çalışmam, New York MoMA müzesinin dış cephesine, hatta iki blok uzağa dek yayılmıştı. Bu çalışmam, benim için öncül, çok önemli bir çalışmadır. Bu çalışmayla beraber, tamamiyle kamusal olan bir alanda, kitleye açık bir yapıt ortaya koymuş bulundum. 
 
Yani bilirsiniz, müzeye gidersiniz, biletinizi alırsınız, güvenliği aşarsınız, ortam kontrolüne maruz kalırsınız. Ardından dışarı çıkmak için dahi yine beklemek durumunda kalırsınız. Bunun sistemin kendi içindeki bir kambur olduğu fikrindeyim. 
 
Son dönemde dünya sanatına damgasını vuran herhangi bir yeni akım olduğu veya olacağı konusunda bir fikriniz var mı?
 
Şu anda sanat dünyasında birçok ‘yeni enerji’ hâkim. Güncel sanat ortamı giderek daha çok genişliyor. Yeni araçlar ve sesler için giderek çok daha fazla alan mevcut. Bundan bir 10 veya 20 yıl öncesine bakacak olursanız, neredeyse içedönük belli bir ‘ada’nın mevcut olduğu görülecektir. Bugün ise giderek daha genişleyen ilgi alanları, güncel sanatın kapsamına girmiş görünüyor. Bunun inanılmaz ölçüde faydalı olduğunu düşünüyorum. Yakın zamanda Covid-19 sebebiyle pandemi hepimizi vurduğunda, hepimiz apartmanlarımız, evlerimizde, duvarlar arasında mahsur kaldık. Farkına vardığımız da, kültürün çok kıymetli bir şey olduğu şeklindeydi. O olmadan diğer insanlarla ‘dolaşıma’ giremediğimizi, seyahat edemeyeceğimizi anladık. Bununla birlikte yine Covid sürecinde “Ah, tamam şimdi şu harika filmi izleyeceğim,” veya “Biraz yeni müzik keşfedeyim,” yahut “Hadi kitap okuyayım,” dedik. Böyle böyle birbirimizle görüşmeler yaptık. Bu görüşmelerin tamamı, kültürün bir neticesi olarak kayda geçti. 
 
Peki, kültür neydi? Belki de kültür, tam da bu ‘insanlık durumu’muzun ‘zirve’ noktası, en üst seviyesiydi. Bireysel pratikliğimizden, maaş çeklerimizden, sığınağımızdaki masaların üzerindeki gıdalardan da üstteydi. İnsan olarak ‘ne olduğumuz’dan bile tepede duran, daha engin, bildiğimiz en büyük enerji kaynağımız misali bir şeydi. 
 
Bu anlamda, eğer bir zaman yolculuğu ile bu konuya açıklık getirmemiz gerekirse, aklıma Rönesans dönemi geliyor. 
 
New York’taki 303 Sanat Galerisi ile çalışıyorsunuz ki sanat ortamında bu kadar uzun soluklu yoldaşlıklara pek sık rastlanmıyor. Bunun bir sırrı var mı?
 
Evet, onları keşfettiğimde daha 22 yaşında filandım! Aman tanrım, burada çok güçlü, deneysel bir enerji mevcut diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ardından çalışmaya koyulduk. Ben uzun soluklu ilişkileri seven biriyim. ‘Hızlı flörtçü’ değilim. Bu şekilde çok uzun süre çalışmış, emekliliğine dek birlikte olmuş kimseler mevcut. Bu harika bir örnek.  
 
 
Doug Aitken, “Bayraklar ve Enkaz”, 2021; Filmden bir kare; © Doug Aitken, Sanatçının izniyle; 303 Gallery, New York; Galerie Eva Presenhuber, Zürih; Victoria Miro, Londra; Regen Projects, Los Angeles
 
‘Metin-heykelleriniz’ de sanat kariyerinizin bir parçası. Bu ‘rölyef’ tadında çalışmalarınıza baktığımda çağdaş ABD sanatının öncülerinden Joseph Kosuth özellikle aklıma geliyor. Bu tür tarihsel bir selâm veriyor musunuz?
 
Bana göre ‘Metin-Heykeller’im, ‘dil’i malzeme edinen heykeller olarak tarif edilebilirler. Onlar çevremizdeki dünyadan gelip önümüze konuyor. Canlılıkları adına, günümüz enformasyon bombardımanı karşısında, hemen her gün bir şeylerin farkına vardığınız oluyor. Ekran, telefon, billboard, otoyol, hemen her yerde onların göstergesel duruşlarına, devasa, döngüsel enformasyon kolajlarına maruz kalıyoruz. 
 
Tüm saygımla, sizin bir sanatçıdan ziyade bir tür ‘güreşçi’ olduğunuzu, metin ve imaj arasında bir tuş adına büyük ve ağır bir emek verdiğinizi söylemek isterim, ne dersiniz?
 
Evet, anlatı yararına bu ‘güreş’i hep yapıyorum. (Gülüyor.) Sözgelimi anlam için çıktığım yolda, bir meteliği, bir ‘cent’i veya okuduğum bir paragrafı çalışmaya söz konusu ediyorum, onu düşünmeye değer bir konuma getiriyorum, üzerinden tepkimi ortaya koyuyorum. Tam da bu durum beni dediğiniz o güreşen pozisyona getiriyor. 
 
Anlatı, göstergebilim, sosyoloji demişken, Avrupa’nın son yüzyıla damga vurmuş Baudrillard, Debord, Berger gibi sosyolog ve eleştirmenlerine ilgi duyuyor musunuz peki?
 
Onları, okuldayken okuduğumu anımsıyorum. Ama benim davam bundan biraz daha farklı denebilir. Sanatın bir ‘çapa’ gibi işlemesi gerektiği kanısında değilim. Sanat, bilakis bizi özgür kılabilmeli, kendisi uçabilmeli. 
 
Geçmiş New York MoMA serginizle yine bir tür ‘alt üst’ / tuş durumu yaratıp her şeyi bambaşka bir hale getirmiştiniz. Bunun gibi, kariyerinizde ABD’de terk edilmeye yüz tutmuş bir petrol kasabasını işlediğiniz bir parçayı da hatırlıyoruz. 
 
Aslında her çalışmanın ucunda bir tür seyahat var. Bu da öyle. Bazen tamamen kurgusal işler üzerinde yoğunlaştığınız da olur. Örneğin, şu anda üzerinde çalıştığım son filmim ‘Lightscape’ için üç yıldır emek veriyorum. Birden çok karakterin, tek birey - figür içinde mevcut bulunduğu, neredeyse diyalogsuz bu devasa çalışmanın hikâyesi de benden çıktı. Ortaya modern dünyaya hitap eden büyük ebatta bir ‘duvar yazısı’ çıkıyor diyebiliriz.
 
Buna karşılık, andığınız diğer çalışma ki adı “Howl” idi; o çalışmanın tamamı hakikat üzerine inşa edildi. Petrol kuyularına yakın bir alanda, insanların artık hayatta kalmaya çalıştıkları bir yer. 
 
Diyeceğim odur ki, bu iş için belli bir güzergâh da yok. Benim için bu işte heyecan veren,  sizi hep birden fazla güzergâha sevk ediyor olması. “Howl” adlı çalışmamı, şu an üzerinde çalıştığım “Lightscape”den önce tamamlamıştım. Bu çalışma dünya üzerinde saklı, insanlığı yansıtır ayrı bir dünya gibiydi. Eserde yer verilen kişilikler, dobralıkları ve sertlikleriyle var olan insanlardı. Bu çalışmadan sonra tamam dedim, insanlara bunu verdik ama hadi, şimdi tamamen farklı bir yöne gidelim. Hadi, tamamen kurguya dayalı, yapısal bir şey ortaya koyalım. 
 
Sözün özü, çalışma şeklim hareket halindeki bir sarkacı da andırıyor denebilir. Çıkılan bir yönde, bir diğer yöne pekâlâ iltifatta da bulunulabiliyor. 
 
 
Küratör Jérôme Sans, Fotoğraf: Sam Samore
 
Eserlerinizin doğum sürecinde, ABD’de meydana gelen belli başlı olaylardan da ilham alıyor musunuz? Çünkü orada da dünyadaki gibi, her gün her şey tepetaklak olabiliyor. 
 
Ah evet, böylece kaosa da alışkın hale geliyoruz! 
 
“Migration” isimli çalışmanız üzerinden merak ettiğim bir şey var. Günümüzde birçok sanatçı, emeklerine saygı duymakla birlikte dünyada olup biten siyasal eşitsizlikleri yapıtlarında öncül bir unsur olarak kullanabiliyorlar. Bazen bu samimiyet sınırını aşarak yapay, fırsatçı bir kılıf halini alabiliyor diye düşünüyorum. Kendinizi onlardan sayıyor musunuz?
 
Hayır değilim. Sanatın, bana neyi düşünüp düşünmemem, yapıp yapmamam gerektiğini dayatması fikrine inananlardan değilim. Bana kalırsa bu kastettiğiniz tümüyle farklı bir tartışma mevzusu. Ben daha ziyade beni kışkırtan sanattan yana oldum. Bana sorular sorduran, anlamaktan ziyade keşfe yönelten sanattan. Bunlar benim sanatta kişisel olarak ilgilendiğim nitelikler. Bir şeyi duyduğumda, gördüğümde hoşuma gideni, beraberinde alıp götürebildiğimi kastediyorum. Beni bir biçimde avlayabileni, hiç sarsamadığım türden olanı. Bir sohbetteki gibi anlamı bende gittikçe daha da büyüyeni...
 
Kariyerinizdeki “Electric Earth’” isimli çalışmanızdan da söz etmek istiyorum. Bu çalışmayı yeniden ele aldınız mı? Yapıtlarınız nasıl ‘hayatta kalıyor’, müzikteki gibi ‘cover’ler olabiliyor mu?
 
Evet, bu kastettiğiniz de çok ilginç. Bir yerleştirme için çalışmaya başladığınızda, kendinizi yaratmaya çok fazla adamış oluyorsunuz. Ama bir gün geliyor ve o iş ‘bitmiş’ de olabiliyor. Kapılar açılıyor, galerisiyle, müzesiyle, neredeyse, artık o sizi temsil etmemeye başlıyor. Bundan itibaren sanat yapıtı kendi hayatını yaşamaya başlıyor. Tıpkı bir çocuk gibi... Tüm bağları kesiyor, sizden ayrılıyor. 
 
Zaman zaman farklı kıtalarda kendi yaşamlarını sürdüren yapıtlarım oluyor. Onlar hakkında haberler geliyor. Çok ilginç bir his bu. Bir nevi maddesizlik algısı içine cömert bir hisle giriyorsunuz. Bir yandan onları vermek istiyorsunuz, öte yandan kendileri kendi yollarını seçiyorlar. Kimi sizinle veya bir dostunuzla ilişki kuruyor. Eğer çok şanslıysanız onlarla konuşabiliyorsunuz da. Yaratma konusuyla ilgili ilginç unsurlardan biri de bu olsa gerek. İster bir parça müzik, isterse sanat eseri olsun, kendi sistemlerini kuruyorlar ve bu sistem kendi içinde yaşamını sürdürüyor, sürdürüyor…
 
Sessizlik ve sabır, çalışmalarınıza ne ölçüde katkıda bulunuyor?
 
Bu da yine çok ilginç bir soru. Sanat eserlerinin genel anlamda izleyiciden farklı manâda bir zaman talebi olduğu aşikâr. Hızlı değiller onlar. İmgeyi görmeniz gerekiyor. Görüyorsunuz, uyuduğunu düşünüyor ve yanından uzaklaşıyorsunuz. Aklınızda duruyor. Ancak durum biraz da rezonans ile oluşan yankı efekti ile ilgili. Bir şeyi görüyor, zaman içinde deneyimliyorsunuz. Yapıt bir biçimde izleyicinin içinde titreşiyor diyebiliriz. İzleyicide dünya görüşü üzerinden bir etki yarattığı olabiliyor. Ya da küçük bir fikri ortaya çıkarabiliyor. Tam da bu an, kastettiğim işbirliğinin yaşandığı ana karşılık geliyor. 
 
Çalışmalarınızdan biri olan “Kaynak”da da tıpkı bir sanat gazetecisi gibi buna odaklanmıştınız.
 
Evet, galiba ikimiz de aynı işi yapıyoruz! Örnek verdiğiniz “Source” projem bunun için mükemmel bir örnek sayılır. Burada farklı sanat dallarından 30 kişiyle yaptığım, sinemacılar, müzisyenler vb. ile yaratıcılığın kökenlerine ilişkin görüşmeler bulunuyordu. Bu sanat yapıtı, bu anlamda ‘sanat yapıtı yapmaya nasıl başladığımız,’ meselesi hakkındaydı. (Gülüşmeler.) Mark Bradford, Jack White gibi isimlerle ortaya koyduğumuz bir diyalog türbini diyebiliriz. 
 
Sanat alanında akademik olarak çalışıyor musunuz? Üniversitelerde dersler verdiğiniz oluyor mu?
 
Evet, öylesi çok konuşmalar yaptığımız oluyor ama ben kendimi bir öğretmen olarak görmüyorum. Daha ziyade fikirlerin yarattığı o yanıcı anlar benim ilgimi daha çok çekiyor. Yani yaşam boyu öğrenci olmayı, bir yaşam öğrencisi olmayı daha çok benimsiyorum. 
 
Söyleşimizi sizin eklemek istediğiniz özel kelimelerle bitirebilir miyiz?
 
İstanbul’da olmaktan ötürü inanılmaz seviyede etkilendim ve ilham aldım. İstanbul, konum itibariyle dünyanın enerji kaynaklarından biri bence. Yansıttığı çeşitliliği çok şaşırtıcı buluyorum. İçinde çok sayıda kültürü barındırıyor. Çok ilginç. İstanbul’a son ziyaretimde Afrika ve Akdeniz’e yaptığım uzun bir seyahatten dönüyordum. Son durağım İstanbul’du. Hiç uyumadım. 1960’lardan bir müzisyenin albümünü dinlemekteydim. Çok sembolik bir tınıydı ve adeta transa geçmiştim. Uçaktan ayrılıp sahil boyu seyahat ettikten ve otel odama geldikten sonra, birdenbire bana her şey yepyeni geldi. Harika bir halüsinasyonun içine adım attığımı düşündüm. İnanılmaz bir düş gibiydi. Gördüğüm her kişiyi sanki gerçekten ilk kez görüyordum. Hissettiğim enerji son derece özel ve kendine özgü idi. Bu benim kesinlikle unutamayacağım anlardan biriydi. Kesin bir elektriklenme, merak ve sevgi. Yeniden buraya gelmek ve işlerimi bu şehre göstermek için büyük arzu duydum.