Büyük bir 'Kristal Küre' hikâyesi
13 Ağustos 2023 - 01:08Serkan Özkaya, 'dünyanın en büyük kristal küresi' sayılabilecek 'O' isimli eseriyle, ABD’nin Missouri eyaletindeki St. Louis 21c Müzesi’nde. Dört yılda üretilen eser müzeye duvarlar inşa edilmeden önce yerleştirilmiş.
Evrim Altuğ - Yaşamı ve çalışmalarına Kanada-ABD ve Türkiye üçgeninde devam eden Serkan Özkaya’nın yaklaşık beş yıldır üzerinde çalıştığı eseri “O”, ABD’nin Missouri eyaletindeki St. Louis, 21c Müzesi’nde sergilenmeye başladı. “O”, projeyi dünyaya tanıtan 21c ile Özkaya’nın kişisel ve kolektif projeleri ile Türkiye’de temsil edildiği Galerist tarafından, en basit ifade ile ‘dünyanın en büyük kristal küresi’ olarak tarif ediliyor.
İki buçuk metre çapındaki ‘minimalist’ heykel şeffaflığı ile dikkat çekiyor. Eser, arı (distile) su ile doldurulmuş akrilik bir küreden oluşuyor. “O”nun akrilik küre ve kaidesi, yine ABD Colorado’daki Reynolds Polymer Technology imzası ile üretilmiş bulunuyor. Yapıtın ilginç bir özelliği yaklaşık dört yılda üretilen çalışmanın, 21c Müzesi’nin kapısından sığmayacağı anlaşıldığı için bulunduğu noktaya müzenin duvarları tamamlanmadan önce yerleştirilmiş olması. Müzenin daimi koleksiyonunda bulunan ve koleksiyoner ikili Laura Lee Brown ile Steve Wilson’ın katkılarıyla hayata geçen heykel, inşaatın tamamlanmasının ardından yaklaşık 8 bin litre ‘arı’ su ile doldurulmuş ve toplam ağırlığı 10 tona ulaşmış. Heykel için müze zemininde de özel bir destek inşa edilmiş. Özkaya ile eseri ve yansımalarını konuştuk.
Üzerinde çalıştığınız bu eserin yaratım sürecinin bitmesine, hangi nedenlere göre karar verdiniz?
Belki hatırlıyorsunuzdur, ilk ya da ilk ‘esas’ projem, Paris’teki Louvre Müzesi’nde “Mona Lisa”yı birkaç günlüğüne, baş aşağı sergilemek için müzeye yaptığım başvuruydu. 1996 yılı idi sanırım; gerçekten de 25 seneden fazla zaman geçmiş aradan ve bir arpa boyu dahi yol kat edememişim/edememişiz. Bu süreçte ve şimdi daha da yoğun biçimde, ‘ayna’ ve görme biçimini etkileyen ‘Camera Obscura’ ya da ‘Cam küre’ gibi biçimleri kullandım, kullanmaya da devam ediyorum. Cam küre özelinde ortada sadece bir yansıma yok, daha ziyade ışığın 180 derece kırılması söz konusu. Yani 2,5 metre çapındaki küreye çok fazla yaklaşmadan, belli bir odak mesafesi ile yaklaşık bir insan boyu mesafeden bakıldığında, görüntü hem yukarıdan aşağıya hem de sağdan sola kırılıyor. Bu anlamda eser, etrafında baska şeylere de ‘ihtiyaç duyuyor’; yani bomboş ve tek renk bir odada sergilersek, resmini dahi çekmekte zorlanırız, âdeta görünmez hâle gelir. Oysa, çevresinde birkaç kişi ya da eşya varsa, onları ters görebiliyoruz. Bu da şu anlama geliyor: “Ben buradan baktığımda etrafı ters görüyorsam, kürenin diğer tarafından bakan da beni ters görüyordur!”
Bir nevi Don Quixote gibi, hemen tüm eserlerinizde fikir olarak hakikat ve sanat ile aynı anda çarpışıyorsunuz. Eserlerinizde dadaistler, gerçeküstücüler ve post-modern düşünürlere göndermeler var. Peki bu anlayışa göre bugünün ‘Yel değirmenleri’ neler ?
Birçok yapıtım, bana ‘arketip’ gibi görünüyor. Yani bu fikirlerin bana ait olmadığına adım gibi eminim. Hatta fikir dediğimiz şeyin bir ‘mülk’ gibi ona, buna, şuna ait olamayacağını dahi düşünüyorum. Hem zaten öyle olsaydı bile benim gibi pek çok şeyden derinlemesine haberi olmayan birine musallat olmazlardı herhâlde. Bana kalırsa, bu gibi fikirler aslında ortalıkta serbestçe dolaşır, dururlar. Sanatçının, mucidin, bilim insanının, maceraperestin, yazarın, delinin, idealistin, bestekârın yani kendini bir yana koymayı becerebilen insanların gözleri önünden geçip giderler. Sana kalan havada kanat çırpan bu fikirlerden birine düpedüz âşık olmaktır. Eğer öyle bir âna denk gelirsen, kendi kendine de şöyle dersin: “Biliyorum ki bu fikrin benimle alakası yok, benden çıkmadı ve çıkamaz da. Öte yandan şu andan belli bu fikre kendimi adamayı, onun sorumluluğunu almayı ve her ne pahasına olursa olsun onu hayata geçirmeyi taahhüt ediyorum.” Sonrasını tahmin edebilirsin; didin dur. En sonunda ise: Açılış… Velhasıl, Don Quixote benzetmesine, savaşan kahraman bir şövalye gibi değil de düpedüz kafadan biraz noksan biri gibi anlaşıldığı müddetçe, can-ı gönülden katılıyorum.
‘Kristal küre’ fikri ve pratiği bana Leonardo da Vinci’nin elindeki kristal küresiyle Hz. İsa’yı yorumladığı tartışmalı eseri “Salvator Mundi”yi, günümüzde herkesin, XYZ nesli tanımadan elinde bir ‘kristal küre’ gibi kullanmaya kalkıştığı iPhone ve türevlerini ya da kendini, dünyayı tersyüz resmeden çağdaş Alman ressamı Georg Baselitz’i anımsattı. Ne dersiniz?
Küre ve sonrası, içini su doldurma fikrinin peşinden koşmaya başladığımdan beri (suyun ışığı kırma gücü ile, camın gücü birbirine çok yakın) bu iki motifi her yerde görmeye başladım; “Salvatore Mundi” de bunlardan biri. Lakin o hikâyenin çok boyutu var; müzayede evinden Kaşıkçı cinayetine, Leonardo’dan, Louvre’a kadar…
Biraz önce bahsettiğim gibi, cam kürenin etrafını baş aşağı göstermesi için belli bir mesafeye ihtiyacı var ve söz konusu resimde bu mesafe mevcut değil. Yani, “Bu resim Leonardo’ya ait olamaz çünkü o, cam bir kürenin ardını ters göstereceğini bilirdi” argümanı bana inandırıcı gelmiyor. Öte yandan resmin Leonardo’ya ait olmadığını tahmin etmek için o kadar detaya girmeye de gerek yok; bir bakışta anlaşılıyor. Kaldı ki resimdeki küre ardını ters gösterseydi, bize çok daha yapay gelecekti ve hatta bunun ressamın gereksiz bir gövde gösterisi olduğunu hissedecektik.