Başka bir dünya mümkün
18 Nisan 2022 - 09:04Efnan Atmaca
Bir gün gelir; bir adam eşini, işini, çocuğunu, evini bırakıp sadece ceketini alıp kendi hayatından çıkar gider. Kendinden vazgeçiştir onunki. Dayatılan 'yaşam formu'na bir başkaldırış. Dayatmalarla kurulan bir hayatın içinde debelenip durmaktansa hiç kimse olmaya karar veriş... Sonra başka bir yaşam başlar onun için. Sevgilisi onu artık satmasın, sevsin diye bacaklarını kesen bir kadın; hafızasını kaybetmiş bir adam; acılarını uyuşturmaya çalışan bir kadın ve hayata çöpe atılarak başlamış bir bebekle şehrin karanlıklarında bugünü geçirip yarına çıkmaya çalışır bu hiçkimse. Mine Söğüt'ün yeni kitabı "Başkalarının Tanrısı" işte bu hikâyeyi anlatıyor. Yine çarpıcı, yine sorgulayıcı, yine katman katman açılan ve yine bittiğinde okuru bambaşka bir gerçekliğe uyandıran bir kitap.
Yaşamak, başarılı olmak, bize sunulan dünyaya uyum göstermekten ibaret bir döngünün içinde dönüp durduğumuzu söylüyorsunuz. Bu döngüden çıkmaktan da ölesiye korkuyoruz. Bize bu korkuyu salan nedir, bize ikinci bir seçeneğimiz yokmuş gibi hissettiren nedir?
Bana şu anda, tam da romanı okuduktan sonra okurun kendisine sormasını istediğim soruyu soruyorsunuz. Okur da benim gibi tercihlerinden kuşku duysun, sorumluluklarıyla yüzleşsin, varlığını sorgulasın istiyorum. Ve cevabın peşine düşerken sorması gereken başka soruları bulsun. Çünkü sorular, cevaplardan daha önemlidir. Metin, sorularının cevabını çoktan bulmuş, devrime ya da tevekküle tutkun okurla temas ettiğinde bile, o okurun aklını karıştırabilsin, içine bir kurt düşürebilecek kadar etkili olsun istiyorum. O yüzden “Bize bu korkuyu salan nedir, bize ikinci bir seçeneğimiz yokmuş gibi hissettiren nedir” sorusunun bendeki cevabı yine bir soru; “Biz neden korkuyoruz, biz neden başka seçenek yok sanıyoruz”. Bu sorular üzerine kafa yorma ihtiyacı duymayan bir insanlığı, düşünmeye, sorgulamaya kışkırtmak, bence sadece edebiyatın değil tüm yaratıcı sanatların ortak meselelerinin başında geliyor.
“En büyük özgürlük kimsesiz olmaktır" denir. Bizi bağlayan tüm kan ve dayatılmış bağlardan kurtulursak özgür olabilir miyiz?
O zaman da kimsesizliğin acısını çekmez miyiz? Kimsesizliğin acı verici olduğunu neden düşündüğümüzü sorgulamaya ne dersiniz? Ya da tabuları elimizin tersiyle itip, kan bağlarının ve dayatılmış bağların verdiği acılarla gerçekçi bir şekilde yüzleşmeye? Çağdaş insanı neredeyse ergenliğinden itibaren psikiyatrinin kucağına atan aile ilişkilerine, toplumsal kimliklere, rollere mercek tutmaya? Anneliğin kadın üzerinde yarattığı travmalara? Babalığa biçilen otoriterliğin tehlikeli sonuçlarına? Kalabalık aile ilişkilerine damga vuran ikiyüzlülüklere, sırlara, suçlara... Aile, kimsenin “kendisi” olmasına izin vermeyen despotik bir hiyerarşi çukurudur. Orada kimsesiz değilsinizdir ama aynı zamanda “kimse” de değilsinizdir. Anca, “kimsesiz” biri olursanız “birisi” olabilirsiniz. İnsanın bu noktada durup bir daha düşünmesi gerekir. Acı olan nedir? Kimsesiz olmak mı yoksa kendisi olamamak mı?
Hani bir binayı sonradan eklediğimiz kolonlarla sağlamlaştıramayız, yıkıp yeniden yapmak gerekir ya; tüm canlıların onurla, eşitçe, birbirine zarar vermeden, özgürce yaşayacağı bir dünyaya uyanması için var olan düzeni yok edip yeniden kurmak mı gerekiyor? Çok anarşistçe bir yaklaşım mı bu?
Evet anarşistçe ve şahane bir yaklaşım. Hatta belki de yıktıktan sonra hiç kurmamak gerekiyor. İktidarın, mülkiyetin ve mahremiyetin tarifini yeniden yapmak ve belki de bu değerleri çöpe atıp, yeniden hortlamasın diye bir de üstüne yakmak gerekiyor. İktidarsız bir dünya hayal etmeyi zorlaştıran şey iktidarın kendisidir. Tıpkı insanın tanrısız bir dünyayı imkânsız sanmasını sağlayanın tanrı fikrinin kendisi olması gibi.
İnsanın paradoksal hevesleri
Diyor ki kitapta kahramanlarınız, “Bir bebek büyüyor ve bir din ölüyor”. Her bebekte, her insanda, her canlıda biraz daha mı ölüyor bu dünya? Ve her ölüm yeni bir doğum mu getiriyor yanında? Her yeni doğuma umut yüklemek çok mu naif olur sizce?
Tabii naiflik olur ve naiflik bize belletildiği gibi “zayıflık” değildir. Nobranlığın karşıtıdır, saflıktır, temizliktir ve çok değerlidir. O yüzden insanlığın önce, değerlerini yeniden belirleyebilecek güçlü ve ortak bir irade geliştirmesi ve daha iyi bir dünyayı sonra hayal etmesi, hayallerinin gerçekleşme olasılığını yüksek kılar.
Yine diyor ki kahramanlarınız kitapta, “Bu şehir kimseyi sevmez”. Sevmez mi İstanbul kimseyi? Neden sevmez? Biz onu yeteri kadar sevemediğimizden ya da bencilce sevdiğimizden olabilir mi?
Şehir insanı, insanın şehri önemsediği kadar önemsemez. Tıpkı yerkürenin insanı, insanın yer küreyi önemsediği kadar önemsemiyor olması gibi. O yüzden insanın şehri sevmesi ama kendisini şehre sevdirememesi, şehirle ilgili değildir, insanın aslında kendisini sevmemesinden kaynaklanır. Eğer kendisini sevebilseydi, kutsallarında kusursuzca tarif edebildiği cenneti şehirlerinde gerçek kılabilirdi. Cennet gibi köylerini önce şehre, sonra şehirlerini de cehenneme çevirmesi, insanın paradoksal heveslerinin meselesidir.
Kitapta seçmediğimiz hayatları yaşadığımızı söylüyorsunuz. Siz yaşayabiliyor musunuz istediğiniz hayatı?
Ne mümkün! Ama seçmediğim bir hayatı yaşadığımı fark ederek yaşıyorum. Bu farkındalığın getirdiği alternatif değer arayışlarıyla yaşamaya çalışıyorum. Bu da ciddi bir ahlak sorgulaması yaptırıyor insana. Gerçek ahlak nedir sorusunun üzerine cesaretle gitmeye ve bulduğum cevapların zorlu gerçekliğiyle dürüstçe yüzleşmeye çalışıyorum. Bu insanı daha çok mutlu kılan bir çaba değil ama zihinsel olarak daha güçlü kılan bir çaba.
Son soru; herkese ait bir tanrı fikri var mı bir yerlerde?
Aslında gerçekte tek ve ortak bir tanrı (fikri) var ve o fikir hep bir başkasına ait. Yani her birimiz bir diğerinin tanrısıyız. Ve her birimiz bir başkasının tanrısı tarafından yönetiliyor/korkutuluyoruz. Çünkü tanrı dediğiniz şey temelde bir iktidar modellemesidir. Ve iktidarın her hâli nihayetinde insana kendisini tanrı tarafından hiç sevilmiyormuş gibi hissettir.