Milliyet Sanat »Yazarlar » Selin Gürel | Önyargı ve cehalet denen zehir...
Önyargı ve cehalet denen zehir...
15 Mayıs 2013 - 11:05Can Candan’ın vurucu belgeseli “Benim Çocuğum”, cinsiyetlerin ötesine geçmeye, cinsel kimliklere saygı duymaya, kız ya da erkek olarak damgalanmadan önce, birer çocuk olarak doğulduğunu hatırlamaya çağırıyor seyirciyi. İzleyin, izlettirin16. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, Anneler Günü’ne denk gelen 12 Mayıs günü, programında çok özel bir belgesele yer açtı: “Benim Çocuğum”. Film daha önce !f İstanbul kapsamında gösterildi ve başka özel gösterimler aracılığıyla da seyirciyle buluştu, ama onu Anneler Günü’nde izlemenin tadının bir başka olduğunu söylemek gerek.
Sadece cinsel kimlikleri yüzünden ait olmadıkları bedenlerin içinde sıkışıp kalan, toplumun cinsiyetlere göre dikte ettiği beklentileri karşılayamayan, kendilerine sorgusuz sualsiz biçilmiş görevleri yerine getirme zorunluluğuyla karşı karşıya kalan, tek başlarına direndikleri ölçüde daha da dibe çekilen gencecik insanların ve onların ailelerinin hikayesini izliyoruz “Benim Çocuğum”da. Çocukları lezbiyen, eşcinsel, biseksüel ve trans olan anne-babalar, bir dostlarıyla dertleşir gibi, geçirdikleri ve artık çok başka bir kimlik kazanmış farkındalık sürecini paylaşıyor seyirciyle. Toplumun değişik katmanlarında, değişik koşullarda, değişik şekillerde ötekileştirme eyleminin gözü kapalı, neredeyse otomatikman uygulandığı bir ülkede, hep görmezden gelinmiş, görüldüklerinde de hor görülmüş, hatta devletin kendisi tarafından “hastalıklı” muamelesi görmüş bu insanların neler yaşadıkları ebeveynlerin gözünden anlatıldığı için, “Benim Çocuğum”da seyirci herhangi bir özdeşleşme çabası içine girmek zorunda değil. Özdeşleşme, neredeyse içgüdüsel bir şekilde gerçekleşiyor zaten. Filmin gücü de buradan geliyor. “Benim Çocuğum”u izlerken, belki geçmişte birçok kez farkında olarak veya olmayarak ötekileştirdiğiniz bireyleri, perdedeki ebeveynlerin samimiyeti ve içimizden biri oluşları sayesinde direkt olarak ailenizin bir üyesi gibi kabulleneceğinizi garanti edebilirim. Üstelik onlarla tanışmadan. Sadece ebeveynlerinin referansı sayesinde. Bu da seyircinin kişisel gelişimi için dev bir adım. Toplumsal gelişim konusunda fark edilir bir adım atmak için ise filmin ulaşılabilirlik seviyesini arttırmak gerekiyor.
Çocuklarının geçirdiği zorlu süreçleri birer birer anlatan ebeveynler, toplumun önyargılarına ve dahası konuyla ilgili cehaletine de ayna tutuyor. İkinci kazanım da bu oluyor. Aşina olduğumuzu sandığımız “eşcinsel” kavramının beyinde oluşturduğu imgeler ve bu kavrama karşılık gelen kodlar bile konuya ilişkin sadece duygusal yoksunluğumuzu değil, bilgi eksiğimizi de gün ışığına çıkarıyor. Homofobik, ikiyüzlü ve duyarsız bir toplumun bireyi olmaktan çıkıyoruz ve tüy gibi hafif adımlarla karşı kıyıya geçiyoruz.
Ailelerin sımsıcak sevgisi, insanın içini umutla doldurur cinsten. İnsanlarda farkındalık yaratmak amacıyla verdikleri mücadeleye katkıda bulunmak, tabuları beraberce yıkmak için “Benim Çocuğum”un peşine düşün. Filmin sonbaharda vizyona girmesi ihtimaller dahilinde. Ancak bu şekilde ulaşabileceği kişi sayısı hayli sınırlı. Vizyondan sonra liseleri dolaşması, hem anne-babalara hem de çocuklara izletilmesi dileğiyle.
Sadece cinsel kimlikleri yüzünden ait olmadıkları bedenlerin içinde sıkışıp kalan, toplumun cinsiyetlere göre dikte ettiği beklentileri karşılayamayan, kendilerine sorgusuz sualsiz biçilmiş görevleri yerine getirme zorunluluğuyla karşı karşıya kalan, tek başlarına direndikleri ölçüde daha da dibe çekilen gencecik insanların ve onların ailelerinin hikayesini izliyoruz “Benim Çocuğum”da. Çocukları lezbiyen, eşcinsel, biseksüel ve trans olan anne-babalar, bir dostlarıyla dertleşir gibi, geçirdikleri ve artık çok başka bir kimlik kazanmış farkındalık sürecini paylaşıyor seyirciyle. Toplumun değişik katmanlarında, değişik koşullarda, değişik şekillerde ötekileştirme eyleminin gözü kapalı, neredeyse otomatikman uygulandığı bir ülkede, hep görmezden gelinmiş, görüldüklerinde de hor görülmüş, hatta devletin kendisi tarafından “hastalıklı” muamelesi görmüş bu insanların neler yaşadıkları ebeveynlerin gözünden anlatıldığı için, “Benim Çocuğum”da seyirci herhangi bir özdeşleşme çabası içine girmek zorunda değil. Özdeşleşme, neredeyse içgüdüsel bir şekilde gerçekleşiyor zaten. Filmin gücü de buradan geliyor. “Benim Çocuğum”u izlerken, belki geçmişte birçok kez farkında olarak veya olmayarak ötekileştirdiğiniz bireyleri, perdedeki ebeveynlerin samimiyeti ve içimizden biri oluşları sayesinde direkt olarak ailenizin bir üyesi gibi kabulleneceğinizi garanti edebilirim. Üstelik onlarla tanışmadan. Sadece ebeveynlerinin referansı sayesinde. Bu da seyircinin kişisel gelişimi için dev bir adım. Toplumsal gelişim konusunda fark edilir bir adım atmak için ise filmin ulaşılabilirlik seviyesini arttırmak gerekiyor.
Belgesel, seyirciye doğal, dolaysız bir özdeşleşme şansı sunuyor.
Çocuklarının geçirdiği zorlu süreçleri birer birer anlatan ebeveynler, toplumun önyargılarına ve dahası konuyla ilgili cehaletine de ayna tutuyor. İkinci kazanım da bu oluyor. Aşina olduğumuzu sandığımız “eşcinsel” kavramının beyinde oluşturduğu imgeler ve bu kavrama karşılık gelen kodlar bile konuya ilişkin sadece duygusal yoksunluğumuzu değil, bilgi eksiğimizi de gün ışığına çıkarıyor. Homofobik, ikiyüzlü ve duyarsız bir toplumun bireyi olmaktan çıkıyoruz ve tüy gibi hafif adımlarla karşı kıyıya geçiyoruz.
Ailelerin sımsıcak sevgisi, insanın içini umutla doldurur cinsten. İnsanlarda farkındalık yaratmak amacıyla verdikleri mücadeleye katkıda bulunmak, tabuları beraberce yıkmak için “Benim Çocuğum”un peşine düşün. Filmin sonbaharda vizyona girmesi ihtimaller dahilinde. Ancak bu şekilde ulaşabileceği kişi sayısı hayli sınırlı. Vizyondan sonra liseleri dolaşması, hem anne-babalara hem de çocuklara izletilmesi dileğiyle.