Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Selin Gürel | Bu filmler yakınınızdaki sinemaya uğramayacak

Bu filmler yakınınızdaki sinemaya uğramayacak

16 Temmuz 2018 - 11:07
Berlin, Sundance, Cannes ve South by Southwest’ten transfer edilen 5 seçkin film, Karlovy Vary Film Festivali’nde buluştu. Bu beşliyi öne çıkarmak için önemli sebeplerimiz var.
 
 
 
1 - Da xiang xi di er zuo / An Elephant Sitting Still
 

 

 
Berlin’de başladığı yolculuğuna sessizce devam eden bir başyapıt dolaşıyor etrafta. 3 saat 50 dakika uzunluğunda, bir Çin filmi. Çok sınırlı bir zaman aralığında, isabetli ve “pratik” film tercihleri yapmaya çalıştığınız festival maratonunu altüst eden o film… Nerede görseniz, tanırsınız. İzledikten sonra dışarıdaki dünyaya dönmeyi zorlaştıran, günlerce sizinle yaşayan, başka filmler izlerken bir köşede bekleyen, ihtiyaç anında köşesinden kalkıp omuzlarınıza oturan o film. Üstelik bir ilk film. Genç yönetmeni Hu Bo’nun ilk ve son filmi. Ne yazık ki, 29 yaşındaki yönetmeninin filmi tamamladıktan sonra intihar ettiği bilgisinden bağımsız olarak izleyemeyeceğiniz bir “ilk ve son” film. Çünkü kasveti, kurmacadan çıkıp gerçek hayata taşan cinsten. Aslına bakarsanız, bir sanat eserinin, uzun bir intihar notuna dönüştüğü ender anlardan birine şahitlik ediyoruz. 
Hayatlarında keskin bir yol ayrımına gelen bir avuç karakteri var “Da xiang xi di er zuo”nun. Her biri, etrafındaki insanların bencilliği, yüzsüzlüğü, kabalığı, yalancılığı ya da zalimliği yüzünden, hayatlarının en kötü gününü yaşıyor. Hiçbiri masum değil, ama başkaları onlardan daha az masum, orası kesin. Gri bir kentte, tek bir günde geçen hikâye, karakterlerin Manzhouli adındaki bir kuzey şehrinde, “öylece oturduğu söylenen bir fil”i görme isteğine kapılmasıyla ortak bir hedefe kitleniyor. “Öylece oturan fil”, kapı aralığından sızan incecik bir ışık huzmesi, cılız bir yeniden başlangıç umudu demek. Hu Bo, uzaklarda bir yerde, hayatlarının en kötü gününü yaşayan bu insanları kıpırdamadan bekleyen fili, yatıştırıcı bir masal öğesi gibi kullanmış. Yerin dibine batasıca dünyanın sivri kenarlarını biraz olsun törpüleyen, kendisi ortada olmasa da, kilometrelerce ötede acıdan boğulacak gibi olan insanlara varlığıyla merhem olabilecek, sihirli bir yaratık misali… 
Dört saate yakın olup da bir dakikası bile boşa harcanmamış bu filmin, bu denli karanlık bir dünya çizip de nasıl duygu sömürüsüne hiç bulaşmadığı, inandırıcılığını hiç kaybetmediği, tekrara düşmediği, beylik diyaloglara prim vermediği ve saate hiç baktırmadığı bir muamma. Hu Bo, hayatla olan derdini anlatırken üst düzey bir sinema filmi ortaya çıkardığının farkında. Kamerayla ne yaptığını biliyor, kurgu masasında ne yaptığını biliyor. Ama kendi yeteneğine koşulsuzca hayran olanlardan değil. Yaratısının büyüsüne kapılıp, asıl hedefini unutmuyor. Asla. Karakterlerinin ağzından sık sık dökülen dünyanın ne berbat bir yer olduğu gerçeğini enikonu benimsemeden, seyirci olarak filmde yol almanız imkânsız. Yine de dünyanın en gamsız sinemaseveri bile izlemeli “Da xiang xi di er zuo”yu. Bir “genç usta”nın hem doğumuna hem ölümüne şahitlik etmek için.
 
 
2 - Hal
 
 
70’lerin en iyi yönetmenlerini sayarken, Hal Asbhy’e sıra gelene kadar bir ordu dolusu yönetmen adı anarız da içimiz hiç sızlamaz! Bu belgesel, bir bakıma o listenin şanını kurtarmak için çekilmiş ve öyle iyi olmuş ki! Hem 1970-79 arasında art arda yedi müthiş film çeken Ashby’nin geç de olsa hakkını teslim etmek hem bunca yıl sonra filmlerini yeniden izleme isteği uyandırmak hem de adını hiç duymayanlara hazine bulmuş gibi hissettirmek için. Ashby’nin dehâsı, kendi hakkında çekilen bir belgeseli sıradan bir yönetmen belgeseline dönüşmekten alıkoyacak güçte. En yakın dostu yönetmen Norman Jewison’ın onu anlatışı ise dünyalara bedel. Ashby gibi mesleğe kurgu masasında başlayan Amy Scott’ın yönettiği bu ilk film, Ashby’nin içindeki insan sevgisini, otoriteye isyanını, stüdyolara olan öfkesini, toplumsal çatlaklara duyarlı doğasını ve sımsıcak gülümsemesini perdenin ötesine geçiriyor. Scott’ın Hal Ashby portresi, zamanında kimsenin yapamadığını yapmış olmanın yükünü severek sırtlamış bu dâhînin, şimdi yaşasaydı bağımsız sinema adına neler yapabileceğini düşündürüyor derin derin. Yaşasaydı, bugün 89 yaşında olacaktı. En iyisi, kalkın, bugün bile bir benzeri olmayan “Harold and Maude”u, çoğunlukla doğaçlamayla ilerleyen ve sette çekilirken yazılan senaryosuyla Oscar alan “Coming Home”u ya da herkesin “Keşke ben çekseydim” dediği başyapıt “Being There”i izleyin. “Hal”e, Hal Ashby ile hazırlanın. 
 
 
3- Support the Girls
 
 
Sundance camiasının gayet yakından tanıdığı, ama henüz gerçek çıkışını yakalayamamış Andrew Bujalski, yeni filmi “Support the Girls” ile şeytanın bacağını kırabilir. Zira film, kadın dayanışması, insanları idare etme sanatı ve kadın bedeninin metâlaştırılması üzerine ilginç tespitlerde bulunurken, aynı zamanda seyirci dostu da olmayı beceriyor. Büyük kısmı tek günde geçen hikâye, seksi giysiler içindeki genç kızların müşterilere daima gülümseyerek hizmet ettiği Amerika’nın yerel restoranlarından birinden, yaşayan karakterler çıkarmayı başarıyor. Benzer bir dinamiğe, yerel bir gazetenin ofisinde, bir ilkokulun öğretmenler odasında ya da bir hastanenin acil servisinde de rastlayabilirsiniz. “Support the Girls”ün en ilginç özelliği, insanlar arası duygusal etkileşime akla gelen en son yerde alan açması olsa gerek. Filmin, ana akım filmlerde nadiren kameraya takılan “öteki Amerika”yı makyajlamadan portrelemesi ise toplumsal analiz yönünden beklenmedik bir bolluğun habercisi. Başroldeki Regina Hall ve yardımcı rolde parlayan Haley Lu Richardson’ın performansına özellikle dikkatinizi çekelim.
 
 
4 - Gräns / Border
 
 
Ne ile karşı karşıya olduğunuzu bilmeden izlemeniz gereken o filmlerden biri bu. Tanık olacağınız tuhaflıkları saymaya kalkmak, beyhude bir çaba olur. Ancak “Gräns”ın sıra dışı kahramanı Tina’nın orijinalliğinden dem vururken, filmin “Låt den rätte komma in / Let the Right One In” ile tanınan İsveçli yazar John Ajvide Lindqvist’in kısa hikâyesinden uyarlandığını hatırlatmak gerek. Fiziksel olarak etrafındaki kimseye benzemeyen kadın kahramanımız, yarı-hayvansı içgüdülerle, öfkenin, korkunun, utancın ve suçluluk duygusunun kokusunu alabiliyor. Bu ilginç malzeme de yönetmen Ali Abbasi’ye türlerle flört etme fırsatı tanıyor. Fantezi, polisiye, dram, gerilim, romantizm ve çok hafif bir komedinin katkısıyla, “Gräns”ı izlemek başlı başına bir macera. Başrol oyuncularının makyajından sorumlu ekibin, inandırıcılık hususunda filme hiçbir sorun yaşatmaması ise apayrı bir takdir konusu.
 
 
5 - Girl
 
 
Trans birey, sinemada temsil edildiği nadir zamanlarda, gerçekte olduğu kişiyi etrafındakilere kabul ettirmeye veya herkesten saklamaya çalışandır hep. Kendini bir tek o tanır, başkalarının onu anlamasını beklemeye bile çekinir, böyle bir beklenti içine girdiğindeyse büyük hayal kırıklıkları, çatışmalar, önyargılar, şiddet ya da bol bol gözyaşı çıkar yoluna. Hangi dönemde, hangi ülkede yaşanırsa yaşansın, trans olmanın kendisi mücadeledir zaten. Sinema, bu mücadeleyle yetinmeyi sever. Belçika’dan çıkan “Girl” ise balerin olmayı hayal eden trans bir genç kızın gerçek hayattan ilham alan öyküsüyle, bu mücadelenin çıtasını gözle görülür şekilde yükseltiyor. “Girl”ün ayırt edici özelliği; bir erkeğin bedeninde doğmuş Lara’nın, tedavisi, yakın gelecekteki ameliyatı ve ailesiyle ilişkisi gibi detayların, mücadelesinde negatif etkiler yaratmaması. Lara’nın gündelik hayatını zorlaştıran tek gerçek, balerin olma hayaliyle kabul edildiği dans okulu. İçinde bulunduğu bedeni aşırı derecede zorlayan, kalıplara sokan bir mücadele onunkisi. Bu açıdan bakıldığında, başka bir tonda anlatılsaydı, “Girl”ün etkileyici bir beden korkusu olma potansiyelini de görür gibiyiz. Hatta yer yer o tarafa kaydığı da oluyor. Ancak yönetmen Lukas Dhont, asıl olarak Lara’nın yaşadığı büyük stresi, sabırsız bekleyişi ve bedenine karşı hissettiği tiksintiyi, bale gibi tamamen bedene yaslanan bir tutkuyla karşı karşıya getirmeyi tercih ediyor. Dramdan gerilime evrilen hikâyenin çatısı, bu karşılaşmaya emanet. Seyirci olarak daha önce tanık olmadığımız bu cesaret öyküsü, her şekilde ilgi çekici. Ancak yönetmenin asıl başarısının bu filmi çekmekten çok, başrol oyuncusu Victor Polster’i bulmak olduğunu düşünmeden edemiyoruz.