Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Seçkin Selvi | Yılın En İyi Yapımlarından Biri: Göl Kıyısı

Yılın En İyi Yapımlarından Biri: Göl Kıyısı

31 Mayıs 2014 - 03:05 | Yıllar sonra gerçekleşen mutlu bir aile yemeği.
Talimhane Tiyatrosu, yeni oyunu “Göl Kıyısı” ile oyun seçimi ve yorumunda her zaman gösterdiği başarıyı bir kez daha yineliyor
GÖL KIYISI- Yazan: Theresa Rebeck, Çeviren ve Yöneten: Mehmet Ergen, Dekor-Kostüm: Jemima Robinson, Işık tasarım: Yakup Çartık, Ses ve müzik: Neil McKeown, Oynayanlar: Evren Kardeş/ Levent Öktem/ Meltem Cumbul/ Pelin Ermiş/ Ushan Çakır .
 
Amerikan tiyatrosunun çağdaş yazarlarından Theresa Rebeck’in, Aeskhylos'un Oresteia tragedyasından hareketle yazdığı “Göl Kıyısı”, 19.İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında ilk kez seyirci karşısına çıktı. Çok şanslıymışız ki, oyun önümüzdeki tiyatro döneminde de sürecek. 
 
Oyun
 
Amerikan taşrasında, Allahın unuttuğu kırsal kesimde bir göl, çevresinde ağaçlar, ağaçların arasında bir ev. Evin önünde bakımsız bir bahçe. Ev de, eşyalar da, bahçe de, uzak bir geçmişten bu yana el değmemiş gibi görünüyor. Ahşap evin boyası gitmiş, bahçe bozuntusundaki banyo küveti pas tutmuş, hiçbir eşyanın bir ikinci teki yok, ne sandalyelerin, ne fincanların, ne bardakların, bahçeye dökülmüş yapraklar bile bir önceki sonbahardan kalmış gibi.  Kırılan gitmiş, bozulan bozulduğuyla kalmış. Ama özenle saklanmış bir konyak sürahisiyle kadehi bunca yıla direnmiş, dayanmış ya da bekletilmiş. 
 
Ev halkı da bu koyver-gitsin’den nasibini almış; onlar da yıllar önceki bir güne, bir âna, bir noktaya takılıp kalmışlar. Sonra, hem de uzun yıllardan sonra kendisini hâlâ genç ve geçer sanan bir adamla çıtır sevgilisi giriyorlar bahçeye. Adam o evde yaşayan, daha doğrusu yaşamak değil de sadece ikamet eden ailenin babası. 17 yıl önce karısını ve çocuklarını terk edip gitmiş. Buna gitmiş de denemez, düpedüz kaçmış, gerçekle yüzleşmeye yüzü olmadığından, gerçekle yüzleşmeye yüreği yetmediğinden gitmiş. Ailesini de kendisiyle birlikte gitmeye zorlamış, ama onların tutunduğu yaşamın kökü orada, o gölde; gitmemişler tabii.
 
Meltem Cumbul, Levent Öktem, Pelin Ermiş ve kafasının arkası görünen Ushan Çakır.
 
O kaçak göçek ve kendini hâlâ geçer sanan dediğim baba Richard, beynini ve vicdanını kemiriyor olması gereken anıyı üzerine banknotlarla örtme yoluna gitmiş. Vicdansızlıkla para arasında her gün görgü tanığı olduğumuz ilişki bu oyunda da sürüyor. Banknotlar istiflendikçe de çıtır sevgili bulmak zor değil. Adamın Amerika’nın dört köşesinde, dağdan denize, şehirden kasabaya villaları, daireleri, evleri, kulübeleri var. Yine de yaşamında bir eksiklik olduğu kesin. Aklını ailenin oturduğu o köhne eve takmış. “Benim asıl evim burası, ille de alacağım,” diyor da bir daha demiyor. Ama sanırım bu istek, sırf maldarlıktan, tamahtan kaynaklanmıyor. Yaşamının öksüz yanını onarmaya çalışıyor belki de. 
 
Ve oyun sürprizlerin katman katman açılmasıyla doruğa ulaşıyor.
 
Oyunun Yorumu
 
Her şeyden önce Mehmet Ergen’i o güzel, akıcı, gündelik Türkçeyi kullanan çevirisi için kutluyorum. Tabii ardından incelikli rejisi için. Ergen’in kurduğu oyun düzeni, kişilerin kıstırılmışlığını, bir ormanın ve bahçenin ortasında nasıl bir çemberle kuşatıldıklarını ve o çemberin nasıl giderek daraldığını çok iyi yansıtıyor. 
 
Jemima Robinson’ın dekor tasarımı, Yakup Çartık’ın usta işi ışık düzeni, Neil McKeown’un ses ve müzik düzeni oyunun ve ortamın atmosferini somutlaştıran özenli katkılar. Robinson’ın oyunun sonunda Meltem Cumbul’a giydirdiği bornoz, mutlu son bekleyenleri bir an umutlandıran çok iyi bir uygulama olmuş.
 
Oyunun ilginç afiş tasarımı.
 
Levent Öktem’in Richard’ı bende biraz fazlaca Türk baba izlenimi uyandırdı. Richard’ın kaçışı Amerikalı, dönüşü Türk olmuş. Baştan Türk olsa zaten ailenin tamamının hesabını görürdü diye düşünüyorum. Ne yeterince “cool”, ne yeterince otoriter. Gerçi yaşadığı ikilem onu iki arada bir derede bırakıyor, ama yine de daha bütünleşmiş bir karakter çizgisi olabilir sanırım.
 
Neredeyse aynı yaşlarda olan çıtır sevgili Lucy’yi canlandıran Evren Kardeş ile evin kızı Erica’da Pelin Ermiş, kendi geçmişlerinin kişiliklerine oyduğu çizgileri iyi aktarıyorlar. Lucy biraz şaşkın ördek gibi, biraz çekingen, biraz ürkek haliyle olup bitenleri bir türlü kavrayamayan kızı düz bir grafikte canlandırıyor. Dediğim gibi neredeyse yaşıtı olan Pelin Ermiş ise, ailenin yaşadığı tragedyanın kendine düşen payını iyice omuzlamış; hem sırtlandığı acı yükünün, hem babasızlığın hesabını soran bir saldırganlığı ölçülü bir başarıya taşıyor.
 
Uzun zamandır sahnede izleyemediğim Meltem Cumbul, o kadının ta kendisi olmuş. Acıyı efendice taşıyan bir kadının dinginliği içinde oyunun eksenini oluşturuyor. Hele birinci perdeyle ikinci perde arasındaki görüntüsüne de sinen farklılığı yalın oyunculuğuyla inandırıcı kılıyor. Nerde o birinci perdedeki eşofmanlı kadın, nerde sonraki ince topuklu ayakkabısını, güzel elbisesini giyip hafifçe makyaj yapmış kadın. Özenle kotarılmış, nüanslı bir oyunculuk.
 
Ve oğul Nate’i oynayan Ushan Çakır. İster sahnede, ister ekranda oynadığı birbirinden farklı her rolü taçlandırmasını bilen bir oyuncu. İzlediğim her rolünde biraz daha ustalaşan, biraz daha zirve yolunda ilerleyen bir sanatçı. Bu oyunda da çizdiği karakteri, bir an bile dışına çıkmadığı bütün fiziksel özellikleriyle canlandırıyor.
 
Bütün ekibi içtenlikle kutluyorum.
 
İletişim: 0212.238 85 09
 
 

Uzak Adalarda Hesaplaşma

 
İnsanlar ölülerin sonsuz bir uykuya yattığını söylediğinde ya ölüme yeterince yakından bakmıyorlar ya da uykuyu yeterince yakından izlemiyorlar.
 

Ölü Aktörler topluluğunun 1939 yazını günümüze getiren oyunu.

 
Yeni alternatif tiyatrolardan biri olan “Ölü Aktörler”, hızla akıp geçen zamanın içinde, hayatın özü olan “an”ın peşine takılarak,  seyirciyle ortaklıklar kurmak için doğdu. Hep beraber kapatıldıkları mekân içerisinde seyircisini muhatap alan ekip, tiyatronun özü olan insan insana iletişimi, ölümcül tiyatronun soğuk nefesinden biraz olsun kurtarmak ve yaşanılan an’da paylaşmak amacıyla oyunlarını sahneliyor. Tamercan Erkan ve Erdinç Güven’in kurdukları topluluk, rahat koltuğundan kaldırdığı seyircisiyle rahatsız, şoke edici, büyüleyici anları paylaşmayı hedefliyor. Topluluğun yeni oyunu “Uzak Adalar”, şu sözlerle sunuluyor:
 
“Farkettim. Bir şey bizi uzak adalara çağırıyor. Bizi kendisine doğru çeken bir kuvvet.
 
Sessiz bir körfez, açıkta bir ada. Küçük bir tekneyle, karadan uzaklaşıyoruz. Adanın çevresini dolaşıyor, bir kıyı arıyoruz. Tekneyi yanaştırıyor, sigaralarımızı yakıyoruz. Adanın kıyılarında yürüyoruz. Bir ateş yakıyoruz. Kumsalda oturup bir bira içiyoruz. Gözlerimizi tekrar, geldiğimiz uzak kıyılara çevirdiğimizde, gece çöküyor ve toprak, karanlığa hapsoluyor.
 
Dalgalar...
 
Ada, bizi çağırıyor.”
 
“Uzak Adalar” ekibi uzakta bir adada…
 
İskoç yazar David Greig’in yazdığı,  Tamer Can Erkan’ın yönettiği oyunda  Toygun Ateş, Doğan Kecin, Barış Yalçınsoy,  Yezdan Kayacan,  Cansu Özkan rol alıyor. Ses ve müzik tasarımı Orhan Eneş Kuzu, dekor tasarımı İlayda Çeşmecioğlu, ışık tasarımı Alaz Köymen imzasını taşıyor.
 
Oyun 1939 yazında, 2.Dünya Savaşının patlak verdiği o lanetlenmiş yazda geçiyor. Cambridge Üniversitesi’nden iki genç kuş bilimci olan Robert ve John, hükümet adına yaban hayatı araştırmak için İskoçya’nın batısında bulunan ve geçmişte yalnızca paganların yaşadığı en uzak adaya geliyorlar. Robert; kavgacı, kışkırtıcı ve meraklı, John içine kapanık ve muhafazakârdır. Bu ikiliye adanın sahibi olan Kirk ve onun öksüz yeğeni Ellen eşlik ediyor. 
 
John’un “…ve sabahın ilk ışıklarında, en zayıf anımda, ayağa kalkıp onun yatağına gitmekten beni alıkoyan tek şeyin ince bir duvar olduğunu hissediyorum ve - hissediyorum ki – düşüyorum.
Unutmamalıyım- yaklaşan bir tekne var. Unutmamalıyım- yaklaşan bir savaş var. Unutmamalıyım- Düşünmem gereken başka insanlar da var,” sözleri ortamın koşullarını ve John’un ikilemini yansıtıyor.
 
Şiirsel bir dil ve gerçekçi bir anlatımla ele alınan oyunda yaklaşan ve üzerlerine çökmekte olan dünya savaşının kıyısında; karakterler kendi arzularını acımasızca ortaya saçıyor ve sürükleyici bir hesaplaşmaya savruluyorlar.  
 
İletişim: 0216. 545 73 76
 

Yaz Sergileri

Dilek Kocademir HOBİ’de

 
Ege Üniversitesi Mimarlik Fakültesini bitiren Dilek Kocademir, 1983 yılından günümüze kadar birçok yarışmalı ve karma sergiye katılmış, ayrıca İzmir, Ankara, İstanbul, Bodrum ve Kuşadası’nda on bir kişisel sergi açtı..
 
Resimlerini, doğanın kendisinde oluşturduğu duyarlık ve gözlem birikimiyle, yari fantastik bir yorumla, rengi ön plana alarak, spontane bir şekilde oluşturan sanatçının Hobi Sanat Galerisi’ndeki yeni sergisi 10 Haziran’a kadar izlenebilir.
 
İletişim: 0212.225 23 37
 
 
 

Helsinki Fotoğraf Okulu İstanbul'da

 
 
x-ist, 29 Mayıs-6 Eylül, 2014 tarihleri arasında "Helsinki Fotoğraf Okulu İstanbul'da" başlıklı sergisi ile fotoğraf alanında Türkiye'de bir ilke imza atıyor.
 
Timothy Persons'un küratörlüğünde gerçekleşecek olan sergide Helsinki Okulu'nun dünya çapında tanınan isimlerinden Anni Leppala, Joakim Eskildsen, Saana Wang, Sandra Kantanen ve Pertti Kekarainen'in yapıtları yer alıyor. x-ist, bu sergi ile izleyiciyi Helsinki ekolünü tanımaya ve uluslararası standartlarda çalışan fotoğrafçıların eserlerini keşfetmeye yönlendiriyor. Helsinki Fotoğraf Okulu'nun Türkiye'ye getirilmesi ile x-ist ilk kez kendi galeri mekanında sadece yabancı fotoğrafçıların yer aldığı bir sergiye ev sahipliği yapmış oluyor.
 
 
Helsinki Ekolü, Finlandiya, Helsinki'deki Aalto Üniversitesi Fotoğraf Bölümü'nde 1990ların ortasında başlayan bir eğitim modeli olarak ortaya çıktı. Dünyaca ünlü 5 nesil sanatçı ile 70 uluslararası yayında kendi türünün en çok bilinen programlarından biri haline geldi. Daha da önemlisi, 21. yüzyılın yeni dili olarak fotografik süreci nasıl algıladığımızı, yorumladığımızı ve kullandığımızı belirleyen bir üslubun öncüsü oldu.
 
 
Sergi Sandra Kantanen'in işlerinde gördüğümüz gibi sanatçının doğayla ilişkisini ya da Anni Leppäla'nın yerleştirmeleriyle kendi yansıması üzerinden zaman algısını sanatçıların nasıl yorumladıklarına dair soruları gündeme getiriyor. Saana Wang ev değişimi sırasında Çinlilerin portreleriyle değişim içinde kültürün duyarlılığını yakalarken, diğer yandan Joakim Eskildsen'in 2012 yılında Time dergisinde yayımlanmış serisi 'American Realities' fotoğrafları Amerika'da yoksulluk sınırı altındaki gerçekleri gün yüzüne çıkartıyor. Pertti Kekarainen'ın fotoğrafları, Fince dokuz farklı anlamı olan 'Tila' kelimesi üzerinden kurgulanıyor. Bu farklı alanların bir görsel imgede birleştirilmesi fotoğraf sürecini kavramsal bir araç olarak kullanmanın önemli bir örneği olarak duruyor.
 
İletişim: 0212.291 77 84
 

CerModern’de Havva Altun

 
 
Havva Altun’un ikinci kişisel sergi projesi  “Mutter, Ich Bin Dumm | Anne, Ben Aptalım” , 8 Haziran’a kadar CerModern bünyesinde bulunan güncel sanat alanı HUB Sanat Mekân’da, izleyici ile buluşuyor. Altun, ikinci kişisel sergisinde, Nietzsche‘nin sahibi tarafından dövülen bir atın boynuna sarıldığı o bilinen öyküsünün sonunda, konuşmayı bırakmadan az önce söylediği son sözler olan “Mutter,ich bin dumm/ Anne, ben aptalım” cümlesinin etrafında geziniyor. 
 
Sergide sanatçının, sık sık kullandığı eşek, köpek, tabanca ve kendi görüntülerinden oluşan imgeler yer alıyor.  Oluşturduğu metaforlar alçak kabartma yöntemiyle doku kazandırdığı kağıtlar üzerine yaptığı desenler ve köpükleri oyarak oluşturduğu heykeller ile aktarılıyor.
 
Sanatçının diğer önemli imgesi ise, Osmanlı- İslam mitolojisinde de yer alan ve meyveleri insan başı şeklinde olan vak vak ağacına asılı kelleler. Bu eserdeki ağaç imgesi Vaka-i Vakvakiye olayında insanların asıldığı çınar ağacının bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
 
Malzeme seçiminde kendi keşfettiği yöntemleri kullanan sanatçı, henüz kağıtlara doku kazandırma aşamasında başlayan çalışma sürecinden çerçeve seçimine kadar ham malzemeye verdiği kıymet sonucunda üzerine gelecek her bir görüntünün bu kıymet verme durumundan etkilenmesine izin veriyor.
 
Havva Altun, “Anne ben aptalım” cümlesinin enerjisini tüm büyük laflardan ve akıldan vazgeçişle birlikte gelen zihinsel çöküş ve sonrasında artık sonucu belli olmayan bir yeni duruma doğru gidiş olarak okuyor.  Bu sergisinde, kendini duyduğu ve gördüğü şeylerin akışına bıraktığını belirten sanatçının ortaya çıkarttığı eserlerin Nietsche’nin kişiliği ya da eserleri ile doğrudan bir bağlantısı bulunmuyor ancak bu cümle tüm çalışmalarının ortak atmosferini tanımlıyor.