Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Seçkin Selvi | Oyun değil, sanki bir Japon estampı

Oyun değil, sanki bir Japon estampı

20 Aralık 2014 - 06:12 | Gizem Erdem ve Tuğrul Tülek, DOT'un sahnelediği "İki Kişilik Yaz"da.
"İki Kişilik Yaz"ı izleyince, The Guardian’da yazan İngiliz tiyatro eleştirmeni Lyn Gardner’ın dediği gibi, 'tiyatrodan çıkarken bir kaşık güneş ışığı içmiş gibi' oluyorsunuz
MIDSUMMER / İKİ KİŞİLİK YAZ- Yazan: David Greig ve Gordon McIntyre, Proje: Orçun Oran/ Gizem Güçlü/ Saim Karakale, Çeviren: Pınar Töre/ Elvin Aydoğdu, Yöneten ve dekor tasarımı: Serkan Salihoğlu, Müzik yönetimi: Özgehan Özturan, Işık tasarımı: Cem Yılmazer, Oynayanlar: Gizem Erdem, Tuğrul Tülek, Özgehan Özturan.
 
DOT’un yeni oyunu David Greig ve Gordon McIntyre imzalı “İki Kişilik Yaz”, şarkılı, müzikli, danslı, hareketli bir oyun. Bozguna uğratılmış iki kişinin bir yaz gecesinde karşılaşmalarını ve yaşadıklarını anlatıyor. Oyun kişilerinden Bob’un “Yılın en kısa gecesi” repliğinden ve oyunun özgün adı “Midsummer”dan anlaşılacağı gibi 21 Haziran gecesinde ve onu izleyen günde geçiyor olaylar. 
 
35, bok gibi bir yaş
 
İkisi de 35 yaşında olan boşanma avukatı Helena ve kıyısından köşesinden karanlık işlere bulaşmış “Alelade” Bob, bir barda karşılaşıyorlar. Evli sevgilisi randevuya gelemeyeceğini bildirince, bu geceyi yalnız geçirmek istemeyen Helena bir gecelik bir arayış içinde. Bob ise neşelenmek için Dostoyevski’nin “Yeraltından Notları”nı okuyan biri; anlayın artık moralinin nasıl olduğunu. Ustaca kaleme alınmış yalın repliklerden yaşam öyküleri hakkında kısaca fikir edindiğimiz, “kaybedenler kulübünün” şaşmaz üyelerinden olduğunu anladığımız iki hüzünlü ruh, bu gündönümü gecesini olabildiğince keyifli ve mutlu geçirmek için yakınlaşıyor. 
 
Çünkü ikisi de 35’in “bok gibi bir yaş” olduğunda hemfikir; çünkü insan artık olayın bundan ibaret olduğunu anlıyor. “Desteden sana dağıtılan el bundan başkası değil. Hayat bize kâğıtları dağıtıyor ve görünen o ki oyunu oynamıyoruz bile, sadece kâğıtları çevirip elimize bakıyoruz,” diyerek ellerindeki kâğıtlara bakıyorlar.
 
 
İstersen değişirsin
 
Ne var ki otoparkta ödeme noktasının üstüne yapıştırılmış “İstersen Değişirsin” yazan bir stiker, oyunu ellerindeki kâğıtlara göre değil de istedikleri gibi oynamaya karar vermelerini sağlıyor. Ertesi gün Cumartesi ve Bob’un bulaştığı kirli işle ilgili olarak birinden aldığı ve patronunun hesabına yatırması gereken 25 bin pound, bankanın kapanış saatine yetişmediği için ellerinde kalıyor. 
 
Ve bir naylon poşette duran o paranın altından girip üstünden çıkmaya karar veriyorlar. İstiyorlar ve değişiyorlar. Hem sadece kendilerini ve kendi yaşamlarını değiştirmekle kalmıyor, birçok kişinin yaşamını değiştiriyorlar. Sihirli bir değnek dokunmuşçasına unutulmaz bir hafta sonu başlıyor herkes için.
 
 
Oyunun yorumu
 
Helena ile Bob oyun akışı içinde düşünürken, konuşurken, değişir ve değiştirirken, yani bütün bunları yaparken bir yandan da gitar çalıyor, şarkı söylüyor, çılgınca dans ediyor, akrobatik hareketler yapıyor, İskender’in bile çözmeyi beceremeyeceği bir Gordiyon düğümü gibi düğümleniyorlar. İzleyenleri hayrete, hayretten hayranlığa uçuran bu şarkılar, danslar, gitar nağmeleri Gizem Erdem’le Tuğrul Tülek’in tek kişi gibi, tek beden gibi dakik hareketleriyle gerçekleşiyor. Dakik derken, iki oyuncunun eş zamanlı hareketlerinde saniye değil, bir salise bile şaşmıyor; artı eksi bir santim değil milim bile kaçmıyor. Ve bütün bunlar alabildiğine sevimli bir atmosfer yaratarak gerçekleşiyor. 
 
Serkan Salihoğlu’nun titiz rejisi ve elverişli dekor tasarımı, Cem Yılmazer’in ışık tasarımı,  müzik yönetimini üstlenmenin yanı sıra gitarıyla da oyuncu olarak sahnede yer alan Özgehan Özturan’ın katkısı, DOT’a yine başarılı bir yapım kazandırıyor. 
 
Gorki’nin bir öyküsünde ilk kez deniz gören bir çocuğa, denizin nasıl bir şey olduğunu sorarlar. Yanıt, denizle ilgili bütün boyutları, kavramları ve nitelikleri buluşturan tek bir sözcüktür: “Büyük”.  DOT’un “İki Kişilik Yaz” prodüksiyonunu ben de tek sözcükle tanımlamak istiyorum: “Kusursuz”.
 
23, 24, 25 Aralık, Saat 21.00
BİLSARDOTTA  SALONU –Maçka G-Mall
İletişim ve Rezervasyon: 0212. 251 45 45- 0212. 232 48 28
 
 
 
 

Güya din adına yapılan infaza Tanrı seyirci kalıyorsa suç kimde?

 
Özlem Baykara Danacı, K.Sinan Demirer, Hakkı Kuş evrensel bir sorunun sacayağını oluşturuyor.
 
İnfaz edildikten sonra Azize ilan edilen Fransız halk kahramanı Jeanne d’Arc’ın hikâyesine farklı bir açıdan bakan oyun, bir taraftan Ortaçağ Avrupasındaki sorunları göz önüne sererken, esas olarak günümüz dünyasına, güncel politikalara ve çarpıklıklara parmak basıyor.
 
JEANNE d’ARC’IN ÖTEKİ ÖLÜMÜ- Yazan: Stefan Tsanev, Çeviren: Hüseyin Mevsim, Yöneten Yunus Emre Bozdoğan, Müzik tasarım: Fatih Veli Ölmez, Dekor tasarım: Barış Dinçel, Kostüm tasarım: Tülay Kale, Işık tasarım: Ersen Tunççekiç, Oynayanlar: Özlem Baykara Danacı/ K.Sinan Demirer/ Hakkı Kuş.
 
“İnsanın insana zulmetmeden geçen bir saniye bile yok bu dünyada. O halde bütün bunlar olurken, her yerde olan tanrı neden burada değil diye sormadan edemiyor insan. Yoksa biz mi kötüyüz? Tanrıyı yersiz yurtsuz mu bıraktık? Şeytandan daha şeytan, tanrıdan daha tanrı olan biz miyiz? Savaşların babası, ölümlerin atası biz miyiz? Sırf daha rahat yaşamak için başkalarının yaşadığı yerleri zorla işgal eden, bağımsızlıklarına engel olan, mallarına göz koyan biz miyiz? Çalıp çırpan biz miyiz? Halkını düşündüğü için cebini dolduran, cebini doldurduğu için halkını düşünen biz miyiz? Tanrı vardır yoktur diye kavga eden, kendi tanrımızın en üstün tanrı olduğunu ispatlamak için insan öldüren biz miyiz? Üstelik inançlı olduğumuzu söylediğimiz halde…”
 
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü” adlı oyunun yönetmeni Yunus Emre Bozdoğan çok haklı olarak yukarıdaki soruları soruyor.
 
 
“İster Tanrı insan’ı yaratmış olsun, ister insan Tanrı’yı, 
bugün Tanrı da, insan da, İnsana inanmak zorunda…”
 
“Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü”, Jeanne d’Arc olayına farklı bir yaklaşımla, bireyin vatanseverlik, milliyetçilik, din gibi dış değerler ile onur gibi bir iç değer ikilemi karşısında bırakılışından yola çıkıyor. Kralın tahtını pekiştirdiği süreçte kahraman, hatta kutsal ilan edilen, tanrıyla ve bakire Meryem’le konuştuğu kabullenilen Jeanne d’Arc, egemen güçlerin işine yarama işlevini bitirip, üstelik halk tarafından bir kahraman diye kucaklanarak kral için bir tehlike oluşturmaya başlayınca defterinin dürülmesine karar verilir. Kilise, gücüne güç katmak için bu defter dürme işini üstlenerek Jeanne’ı kâfir ilan eder. Bu arada kızcağız İngilizlerle yapılan bir çarpışmada ölmüş müdür, ölmemiş midir; buna kimse aldırmaz. Önemli olan Jeanne d’Arc adındaki efsaneyi yok etmektir; sokaktan toplanmış biri de bu işi görebilir. Yeter ki, engizisyonun, kilisenin, kralın iktidarı yürüsün.
Oyunda sözümona din adına can almaya hazırlanan, ama özel yaşamında dinin emirlerine uymak bir yana, onlardan haberdar olduğu bile su götüren, can alıcılığını ‘ekmek parası’ ve ‘emir kulluğu’ bahanelerinin ardına gizlemeye çalışan celladın kendisi için olmazsa olmaz tek iktidar simgesi ‘kuş’unu yitirmesiyle nasıl da ayak öpen bir rezilliğe teslim oluşu, iktidar ve güç çatışmalarını çok iyi vurguluyor. Aynı çarpıcılıktaki simgesel bir sahne de, celladın tecavüze yeltenme sahnesi, aslında insanın beynini hedefleyen bir tasallut örneği olarak, oyunda işlenen temanın belkemiğini oluşturan anlardan birisi. Anaokulundan başlaması istenen zorunlu din dersleri, karma öğrenimi yok etmeye çalışan girişimler, Kadıköy vapurundan inen kadınlardan duyulan rahatsızlık, hemen hemen bütün kadın cinayetlerinde namus davası bahanesiyle hafifletici neden uygulamaları, Jeanne d’Arc’a tecavüz etmeye kalkışan zihniyetin günümüzdeki izdüşümüdür.
 
Jeanne d’Arc kendini de tanrıyı da sorguluyor.
 
 “Yaşarsan öleceksin; ölürsen yaşayacaksın’’
 
Biz Jeanne d’Arc’la ya da sade Jeanne’la, yakılmasından bir gün önce hücresinde karşılaşıyoruz. Jeanne kendisinden istenilen tövbe ezberini yapmaya çalışıyor, ‘Tanrıyla filan konuşmak ne haddime! Ben ettim, siz etmeyin!’ diye. Bir yandan da kendini celladın tacizinden kurtarmaya çabalıyor. Derken bizzat tanrı arz-ı endam ediyor, en dökük, en kafayı yemiş, en çözümsüz haliyle. Jeanne onu da sorgulamaya başlıyor.
 
Tanrı, Jeanne’ın, ‘‘Bu kadar gücün varsa, neden oğlun İsa’yı kurtarmadın?’’ sorgusuna verdiği cevapla, oyunun yazılma nedenini de vurguluyor: ‘‘Oğlum İsa’yı kurtarsaydım Mesih olmazdı. Sen de yaşarsan öleceksin; ölürsen yaşayacaksın.’’
 
Oyunun yorumu
 
Barış Dinçel’in ekonomik ve işlevsel sahne düzeninde, Ersen Tunççekiç’in tasarladığı başarılı ışık atmosferinde, Hüseyin Mevsim’in akıcı çevirisiyle oynanan oyun, anlam yüklü içeriğini en yalın biçimde seyircilere aktarıyor. 
 
Ve yanıyor Jeanne d’Arc…
 
Yönetmen Yunus Emre Bozdoğan, yazımın başında alıntıladığım soruları kafasında tartıp biçimlendirerek cevabını da içinde taşıyan bir yorumla sahneye taşımış. Abartıdan uzak, dingin, bilinçli bir oyun düzeni kurmuş. Hakkı Kuş can alan cellada başarıyla can katıyor. Tanrı’da K.Sinan Demirer adeta bir Neyzen Tevfik filozofluğuyla öne çıkıyor. Özlem Baykara Danacı göstermeci bir oyunla Jeanne d’Arc’ın kendi kendisiyle ve Tanrı’yla hesaplaşmasını aktarırken, ölümü seçmenin isyankâr gücünü de çok iyi vurguluyor.
 
 “Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü” Eskişehir Şehir Tiyatroları’nın yüz akı çalışmalarından biri olmuş.
 
0222. 330 45 00 - 0222.222 00 38
 
 

Başıbozuklar Zirvesi

 
 
Başıbozuklar Zirvesi'nin başlaması için son bir saat kırk sekiz dakika...
 
Bilinmeyen bir zaman ve coğrafyada bir otel odasında üç kişi: Biri iktidar sahibi, diğeri yardakçısı; konukları ise, iktidar sahibinin geçmişinin aynası...
 
Her biri farklı birer zamana ait üç kişi... Anlaşamadıkları konu ise iktidarın özü : Para mı, bilgi mi yoksa kuvvet mi? 
 
Yazan: H. Can Utku, Yönetenler: Artun Özsemerciyan - H. Can Utku, Dekor Danışmanı: Kerem Alhas, Kostüm Danışmanı:Tomris Kuzu,  Başıbozuklar Marşı: Söz: H. Can Utku, Düzenleme: Cem Utku - Cihan Güvenç, Seslendiren: Didem Çimen, Işık Tasarım: Ufuk Karagöz, Oynayanlar: Artun Özsemerciyan, Aycan Uygun, Tonguç Dikme.
 
Bilgi için: Eda Erman / 0533 593 67 80 / info@otekihayatlar.com 
 
 
 
 
2013 yılında ölümünün 100. yılında; zamansal, coğrafi, ideolojik ve dilsel sınırları aşarak evrensel bir kültür simgesi haline dönüşen José Guadalupe Posada’yı saygıyla andık.
 
Çeşitli ülkelerde sergilenen “Ölüm Kapıyı Çalınca” sergisi sanatçının geniş ve farklı eserlerinin en güzel örneklerini içermektedir.   Kafatası gravürleri, efsanelerin ve trajedilerin grafiksel anlatımları, dinsel ikonografiler ve popüler gösterilerin reklamları aracılığıyla Posada, kahramanlarının sosyal eleştiriyle beraber en derin insani duyguları yansıttığı bir mitoloji yaratmayı başardı. Meksikalı yazar Carlos Fuentes’in “Latin Amerika’nın en iyi gravürcüsü” olarak tanımladığı ve Meksika gravür sanatının yaratıcısı olarak kabul edilen büyük sanatçıyı, Meksika Hükümeti’nin katkılarıyla düzenlenen “Ölüm Kapıyı Çalınca” sergisiyle anıyoruz.
 
José Guadalupe Posada (1852-1913)
 
Kariyerine 18 yaşında, Trinidad Pedroza tarafından yayınlanan siyaset dergisi “El Jicote” için çizimler yaparak başladı ve burada taşbaskı resim eğitimi aldı. Posada, “El Jicote”nin ilk sayısında, eserlerinin simgesi olan ölüm temasını içeren ilk eserini yayınladı.
 
1888 yılında Mexico City'ye yerleşmeye karar verdi ve burada Antonio Vanegas Arroyo’nun atölyesine katıldı. Bu dönemde Meksika’nın en önemli grafikerlerinden biri oldu.
 
Eserlerindeki konu çeşitliliği ona “döneminin gazeteci grafikeri” ünvanını kazandırdı.
 
Aynı dönemde, bugün sahip olduğu ulusal ve uluslararası şöhreti ona kazandıran ünlü kafataslarını tasarladı.
 
Büyük bir çizer ve yorulmak bilmeyen bir gravür ustası olan José Guadalupe Posada 20 Ocak 1913 tarihinde Meksiko Şehrinde hayatını kaybetti.
 
1912 yılında yaptığı ve son eserlerinden biri olan “Calavera Garbancera” isimli ünlü kafatası gravürü  ölümünden on ay sonra yayınlandı. 1946 yılında Meksikalı ünlü ressam Diego Rivera bu eseri “Calavera Catrina” ismi vererek “Sueño de una tarde dominical en la Alameda Central” (Alameda Central’de bir Pazar Akşam Üstü Rüyası) isimli kendi eserinde kullandı ve festivallerin vazgeçilmez simgesi haline geldi.
 
Altınsoy Cad. No:3, Altındağ Merkez/Ankara, 0312. 310 00 00
 

Sanatorium’da İki Sergi

 

Maja Weyerman Sergisi 'Segues'

 
 
Berlin'de yaşayan İsviçreli sanatçı Maja Weyermann’ın İstanbul’daki ilk kişisel sergisi Sanatorium’da seyirciyle buluşuyor. Sanatçı bu sergide “Real-time nomads“ ve “About Paradise“ adını verdiği video işlerini ve bu videolardan yakalanmış natürmortları “The Miller Houe and a Slice of Cake  or  Life Shortly Before Disaster“ serisiyle birlikte sunuyor.
 
Sanatçının üç ayrı bölümde üzerinde çalıştığı konular aynı odak noktasında birleşiyor: mekân algısı ve temsili.  Weyermann “Real-time-nomads“ isimli işinde Berlin’deki farklı kültürel geçmişlere sahip esnaf ve lokanta sahipleriyle ve onların memleket ve çocukluk anılarında hatırladıkları mekan algısı üzerine çalışıyor. Sanatçı bu çalışmasında 3-D simulasyonu ile elde ettiği görüntüleri gerçek video görüntüleriyle birleştiriyor. Sergideki diğer işlerde ise kişisel ve kültürel hafıza ile mekan inşaası arasındaki daha derin ilişkiyi irdeliyor.
 
Sergi 3 Ocak 2015’e kadar izlenebilir. 
 
 

Handan Figen Sergisi “TESADÜF ESERİ"

 
15 Ocak – 14 Şubat 2015
 
 
Çalışmalarını Lyon’da sürdüren sanatçı Handan Figen, Türkiye'deki ikinci kişisel sergisini Sanatorium'da açıyor. Önceki sergisinde gördüğümüz, karakalem ve suluboya  tekniklerini bir arada kullanarak yaptığı çizimlerin yanı sıra, sanatçı yeni sergisinde video ve yerleştirme tekniklerine de yer vererek sanatseverlerin ilgisini çizimin oluşum aşamasına ve detaylarına çekmeyi amaçlıyor.
 
Suluboya ve renkli mürekkebin "Tesadüf Eseri" oluşturduğu lekelere kara kalem tekniğiyle kendi yorumunu katan sanatçı için, bir eserin hangi etaplardan geçerek sonuca ulaştığını göstermek büyük bir önem taşıyor. Eserlerinde tesadüfe ve kazaya önemli bir yer vererek, hatta sadece yer vermekle  kalmayıp, bu etkenleri çizimlerinin doğuş noktası haline getirerek, hem kendisinin hem de sanatseverlerin hayal gücünün sınırlarını zorluyor.
 
 
Bilgi: www.sanatorium.com.tr
 
 

The Empire Project

I’m playing ping pong now

 
 
Fotoğraflarındaki siyah beyaz karelerde sosyal, politik, kültürel ve cinsel olguları sorgulatmayı amaçlayan, yaşama ve sanata radikal bir bakış açısıyla yaklaşan Halil, The Empire Project’de ikinci kişisel sergisi ile 2014 sezonunun sonunda sanatseverlerle buluştu.
 
‘I am playing ping pong now’ adlı sergisi, aynı isimle yayınlanmış olan kitaptan yapılmış bir seçki. Bu seçki sanatçının yaşadığı ve şahit olduğu durumlar üzerinden, içinde bulunduğu sorgulamaların aynası niteliğini taşıyor. Bu projede diğerlerinden farklı olarak, Halil kamerasını başkaları yerine kendine yöneltiyor ve bu bakış üzerinden bir anlatım oluşturuyor. I’m playing ping pong now’I Gomma dergisi, “Bu kitabın açık bir nedenle, gösterişli bir kapağa, pahalı malzemelere ya da özel ambalaja ihtiyacı yok. Çünkü, cürretkar, nefes kesen ve belirgin bir iş.” olarak değerlendiriyor.
 
Sergi 10 Ocak 2015’e kadar izlenebilir.
 
www.theempireproject.com 
10 Siraselviler Cd, Kat 1 D4, Taksim, (212) 292 59 68
 
 

La Felicita

 
 
Ressam Yiğit Yazıcı’nın uzun süredir üzerinde düşündüğü, ‘Mutluluk bir seçimdir’ mottosu doğrultusunda hazırladığı seriden bir parçanın da yer aldığı  "La Felicita"  isimli sergisi, Zorlu Center PSM’de 9 Ocak 2015 tarihine kadar izlenebilir. 
 
 
Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde

Onay AKBAŞ’ın “Dalga” Resim Sergisi

 
 
Sanat yaşamını 1988’den beri Paris’te sürdüren, çeşitli dünya ülkelerinde 50’den fazla kişisel sergi düzenleyen  Onay AKBAŞ,  Ankara ve İstanbul’dan sonra ‘DALGA’ konseptli sergisinin 3. etabını, İzmir’deki ilk kişisel sergisi olarak  Ege  Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenliyor. Sanatçı, son dönemlerde dünya üzerinde halkların sınırları zorlayan eylemlilik  hali ve  oradan oraya savurduğu bireyin ‘varoluş hezeyanlarına’ parmak basan estetik ve felsefi göndermeleri hedefleyen büyük boyutlu tuvallerinde, merkezden dışa doğru, dört yönlü hareket eden ‘DALGA’ formalarındaki enerjiye dikkat çekmektedir.
 
Sergi, 15 Aralık 2014 – 31 Ocak 2015 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi salonlarında bu kez de İzmirli sanatseverlerin ilgisine sunuluyor.
 
 
 

Olbinski Afişleri

 
Manon Lescaut