Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Seçkin Selvi | Herkes için bir “Sonra” var

Herkes için bir “Sonra” var

25 Mart 2014 - 10:03 | Alev Aykent ve Sedat Küçükay için bir ‘sonra’ var mı?
İdam mahkûmunun çıkmazı ile celladın çıkmazı nerede kesişiyor?
SONRA - Yazan: Jack Richardson, Yöneten: Evren Bingöl, Dekor-kostüm tasarımı: Ortak çalışma, oynayanlar: Alev Aykent/  Özcan Alpar/ Sedat Küçükay.
 
1960’ların başında Tennessee Williams ve Arthur Miller’ın geçmiş başarılarından sonra Amerikan tiyatrosunun gelecekteki yeni temsilcileri olarak dört genç yazardan söz ediliyordu. Bu yazarlar Edward Albee, Arthur Kopit, Jack Gelber ve Jack Richardson’dı. 
 
“Sonra”, bu dört yapraklı yoncanın bir yaprağı olan Jack Richardson’ın 1961’de yazdığı bir oyun. Oyunun özgün adı “Gallows Humor”, bu deyim mecazen “kara komedi” anlamında kullanılsa da, sözcük anlamıyla çevirirsek “darağacı mizahı” demek. Bu niteliğiyle de oyunla gerçekten örtüşüyor. Çünkü karşımızda darağacıyla ilintili bir mizahtan doğan kara komedi var. Yapıtın Amerika’daki sergilenişinde, “Ölüm” dış ses olarak oyuna katılıyor ve şöyle diyordu: “Artık mahkûmla celladı birbirinden ayırmakta zorlanıyorum.” 
 
Alev Aykent ve Özcan Alpar’ın yaşamlarındaki ‘sonra’ nedir?
 
Oyun ve yorum
 
Oyun ilk bakışta birbirinden çok farklı ortamlarda geçen iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm idam mahkûmunun hücresinde, ikinci bölüm celladın evinde. 
 
İdam mahkûmu büyük bir serinkanlılık ve disiplin içinde hücresini düzenli tutmakla, mahkûm numarasını titizlikle gömleğinin arkasına dikmekle uğraşıyor. Bu arada ona son kez dünyevi bir haz yaşatmak isteyen hapishane müdürü hücreye bir hayat kadını getiriyor. Mahkûm kendinden beklenildiği gibi kadının koynuna girmek yerine, onun beynine giriyor, görüşlerini, düşüncelerini, kafasında şekillenmiş soruları onunla tartışarak kadının kafasında da yeni bir bilinç boyutu geliştiriyor. 
 
İkinci bölümde de birkaç saat içinde mahkûmu asacak olan celladın evini görüyoruz. Herhangi bir memurun, işçinin, esnafın evinde olabilecek bir atmosfer var burada da. Ne cellat az sonra bir insan asacağı için tedirgin, ne de karısı bir tepki gösteriyor. Gündelik işine gidecek olan kocasını uğurlayan herhangi bir ev kadını gibi kahvaltı masasını hazırlayarak güne başlıyor.
 
Gerçi görünürde sıradan bir iş günü olsa da, celladın kendine göre bir ikilemi var. Bir cellat olarak toplumda “görünür” bir kişiliği olamayışı, onu evde de fark edilmemek kaygısına sürüklüyor. Bu kaygıyla sırf karısının dikkatini çekmek adına olmayacak şeyler yapıyor. Cellat kendi kendisiyle de, karısıyla da, hapishane müdürüyle de hesaplaşıyor, yüzleşiyor.
 
Oyun metninde hapishanedeki ve evdeki iki çifti dört oyuncu oynarken, genç yönetmen Evren Bingöl yapıtın ruhuna çok uygun düşen bir dramaturji anlayışıyla, o dört kişinin rollerini iki oyuncuya vermiş. Bu yaratıcı yorumla, oyuna yeni bir boyut katmış ve “ölüm”ün sözlerine gerek bırakmayan bir biçimde mahkûmla celladın aynılaşmış konumlarını vurgulamış. Oyun birinci bölümde bir insanın hayatıyla sonlanacak gibi görünürken, ikinci bölümde bir başka insanın hayatı üzerinden yepyeni bir çözümlemeye gidiyor.
 
Yönetmenin bu seçimi oyunculara da yeteneklerini sergilemek için farklı bir katman sağlamış. İki bölümde birbirinden çok ayrı yapıda, ayrı konumda, ayrı görüşteki iki kadınla erkeği ve yine iki bölümde birbirinden farklı iki ruh halini oynayan hapishane müdürünü canlandırmak, oyunculara iyi bir fırsat yaratmış. 
 
Oyuncular da bu fırsatı iyi değerlendiriyor. Hayat kadını ile ev kadınını oynayan Alev Aykent, çok ufak birkaç fırça darbesiyle değişerek taban tabana zıt iki kişiyi başarıyla canlandırıyor. Özcan Alpar mahkûmla cellat kimliklerini, ses tonu, konuşma biçimi ve beden diliyle farklılaştırma yoluna gitmiş. Her iki karakteri de inandırıcı bir yorumla sunuyor. Sedat Küçükay da, hapishane müdürünün “müdür” ve “insan” kimliklerindeki çelişkileri ve çözümsüzlüğü yumuşak bir geçişle aktarıyor. 
 
Herkes için bir “sonra”nın söz konusu olduğu oyunda, herkes kendi hikâyesindeki “sonra”ya açılıyor ya da o “sonra”ya varamadan kendi içine kilitleniyor. “Sonra” özenle hazırlanılmış, doğru yorumlanmış, başarılı katkılarla çoğalmış bir oyun.
 
İletişim: 0216. 589 36 00
 

Çok-uluslu bir yapım: “Yuvaya Dönmek"

“Yuvaya Dönmek” oyunu Julie Anne Stanzak’ın koreografi tasarımıyla görsel olarak yıllardır özlediğimiz bir Pina Bausch rüzgârı estiriyor.

YUVAYA DÖNMEK “Babam İçin”- Proje tasarımı, yazan ve yöneten: Alessandra Paoletti, Sanat danışmanı-kreografi tasarımı: Julie Anne Stanzak, Koreografi: Damiano Ottavio Bigi, Çeviren: Selim Can Yalçın, Sahne tasarımı: Alessandra Paoletti-Marta Montevecchi, Müzik: selim Can Yalçın, Bruno Franceschini, Işık tasarımı: Murat Selçuk, Oynayanlar: Emre Narcı/ Esin Umulu/ Işıl Zeynep Tangör/ Ömer Barış Bakova/ Özgün Maymak Tanık, Selim Can Yalçın/ Semah Tuğsel.
 
Emre Narcı ve Selim Can Yalçın.
Yuvaya Dönmek "Babam İçin", iki kıta arasında doğal sınır olan İstanbul'dan ve Lozan Antlaşması sonucu Türkiye Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinden yola çıkan bir proje, 4 farklı ülkeden ve farklı sanatsal geçmişlerden gelen sanatçıların Alessandra Paoletti'nin tasarımı ve yönetiminde İstanbul Şehir Tiyatroları'nda bir araya geldiği ve öteki olmak, her şeyini terk etmek zorunda bırakılan bir ailenin kayıplara verdiği tepkileri işleyen bir dans tiyatrosu. 
 
 
Oyun her ne kadar Türk-Yunan mübadelesinden hareket etmişse de, tabii öteki olmak, sadece savaşların sonucunda değil, ekonomik zorunluluklar yüzünden de yaşanmış göçlerin yarattığı bir gerçek. Hatta insanın kendi vatanı sayılan topraklarda bile ötekileşmesi de yaşadığımız, tanık olduğumuz bir olgu. 
 
Üstelik bunun için dinî, etnik vb. farklılıklar bile gerekmiyor. Egemen güçlerin beğenisine ve tercihine kalan bir durum söz konusu. O yüzden hepimizin kolayca algılayıp paylaşabildiği bir duygu.
 
Pina Bausch ve Wuppertal Tiyatrosu ekibi, özellikle İstanbullu izleyicilerin Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivallerinde yıllarca alkışladığı, yakından tanığı sanatçılar. O ekibin gözde dansçılarından Julie Anne Stanzak ve Damiano Ottavio Bigi’nin imzasını taşıyan koreografi, bizleri yeniden Baucsh’un büyüleyici dünyasına götürüyor. Tadına doyulmaz bir görsel şölenle karşı karşıyayız.
 
Ancak, büyük bir emekle kotarıldığı ve büyük bir coşkuyla oynandığı belli olan oyunda göz ardı edilmiş bir nokta var. Bir dans tiyatrosu olarak, oyunda keşke hiç söz olmasaydı diyorum. Çünkü o duygudaşlığı zaten yaşıyoruz. Dahası, böyle yoğun bir duygu temeline dayanan oyunda, bir olaylar ekseni olmadığı için, oyun daha da kısa olabileceği gibi, istenildiği kadar uzatılabilirdi de. Önemli olan dozunu tutturmaktı sanırım. Hele hele, iki perdeye bölmek hata olmuş diye düşünüyorum. Tek perdelik ve bir saatlik bir prodüksiyon çok daha yoğun iz bırakabilirdi.
 
İletişim: 0212.455 39 34
 

“Cimri” İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda

Moliere’in "Cimri" adlı yapıtı, bu kez Kenan Işık’ın rejisiyle İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahneleniyor. Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirdiği oyunun dekor tasarımı Suzan Erbilgin, giysi tasarımı Gülhan Kırçova, ışık tasarımı İ. Önder Arık imzalarını taşıyor. Oyunda Mehmet Ali Kaptanlar, Zeynep Erkekli, Ömer Hüsnü Turat, Enver Necmettin Amaç, Ferdi Atuner, Eylem Server Ünüvar, Simel Keçecioğlu, Onur Ertaman, Gökay Müftüoğlu, Yeliz Şatıroğlu, Tarkan Koç, Belma Şahin, Can Kurşunlu, İsmail Kırca ve Çağrı Kodamanoğlu rol alıyor.
 
 

Theatre Deng û Bêj’de “Korku ve Sefalet”

 
Bu yıl kurulan Theatre Deng û Bêj, Mark Ravenhill’in “Vur / Yağmala / Yeniden” kısa oyunlar dizisinden seçtiği dört kısa oyunu “Tirs û Xof / Korku ve Sefalet” adıyla Kürtçe ve Türkçe olmak üzere iki dilli olarak sahneledi.
 
Mark Ravenhill’in yazdığı, Erol Şaybak’ın çevirdiği, reji, dekor ve kostümlerin ekip çalışması olduğu, ışık tasarımının Tugay Boz tarafından yapıldığı oyunda,  Nazlı Benan Özkaya, Aydın Şentürk, Özlem Taş, Şehmus Kartal, Güldestan Yüce, Turgay Atalay rol alıyor.
 
 
Theatre Deng û Bêj, çalışmalarını şöyle tanıtıyor:
 
“Sanatımızı kendi dilimizle üretmiyor olmanın sancılarını yaşadığımızda ve artık harekete geçme vaktimiz geldiğinde, bugüne kadar yapılanların kıymeti ne denli büyük olursa olsun, henüz okyanustaki bir tuz zerresi kadar ufak olduğunu farkettik. 
 
Sözlü hikâye anlatıcımız Dengbej’in çağrışımı ile yola koyulurken çağdaş bir metni seçmenin anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Kendi topraklarımızın hikâyesini ararken ve anlatırken; insane dair en katıksız duygulardan yola çıkıp, çağdaş estetik ölçüleri, günümüz tiyatrosunun dolaysız, sert, suratına üslubunu tercih ediyoruz. 
 
Savaş; pek çok insanın trajedisine kapkara bir fon olan o kirli kelime... Çıkarları için yakıp yıkan egemenler. Bu dört oyun da bu yakın ve tanıdık motifler üzerine kurulu ve yine o kadim soruyu hatırlatıyor bize: Bütün savaşlar, acılı annelerin ve onların öldürülen çocuklarının trajik hikâyelerinden ibaret değil mi?”

 

Sergilerden

 

Deniz Sağdıç - Kadın:Mülk

 

Deniz Sağdıç, dördüncü kişisel sergisinde “Kadın:Mülk” başlığı altında topladığı yapıtlarını izleyiciyle buluşturuyor. Sanatçının yapıtlarında toplumun kadını kimliksizleştiren alışkanlıklarına yüzleri betimlenmemiş, kim oldukları belirsiz figürlerle göndermeler yapılırken her şeyi tüketim ürünü olarak sunan kültür endüstrisi, sunduğu ürünleri dişilik üzerinden pazarlayan yöntemleriyle eleştiriliyor. Sergi RenArt Sanat Galerisi’nde 24 Mart’a kadar izlenebilir.

 

 

Rampa'da Ahmet Oran ve Işıl Eğrikavuk  

Ahmet Oran – İsimsiz (2013)
 
Rampa, Nisan ayında iki sergiyle izleyicilerle buluşuyor. Ahmet Oran'ın ve Işıl Eğrikavuk'un "Karanlık Kütüphane" isimli sergileri 17 Nisan'dan 24 Mayıs'a kadar görülebilir.
 

Empire Project’in Sotheby’s Sergisi

Sena’nın sergideki yapıtı “Vulva”.
 
Ünlü müzayede evi Sotheby’s 27 Mart-2 Nisan tarihleri arasında “At The Crossroads 2 – İstanbul’dan Kabil’e Güncel Sanat” başlıklı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Türkiye’den Afganistan’a, Kırgızistan’dan İran’a yayılan coğrafyada üretilen güncel sanatı dünya izleyicisiyle buluşturan bu sergide; eski imparatorlukların merkezi İstanbul’un tarihsel olarak kültürel etki alanı içinde yer alan coğrafyanın güncel sanatçılarını bünyesinde bulunduran  The Empire Project Galeri sanatçılarından SENA ve Mehmet Güleryüz’ün yapıtları da yer alıyor. 
 
SENA’nın 2013 tarihli, ilk defa Contemporary İstanbul 2013’de izleyiciyle buluşan ve büyük ilgi gören keçe çalışması “Vulva”, kadının yeryüzündeki gücünü temsil ediyor. Bir köşesine gizlenmiş hamilelik testi ile izleyiciyi doğurganlığın kutsallık ekseninde düşünmeye davet eden enstalasyon, sanatçının deyimiyle: “Yaşam rahimde başlıyor. Ve bu mucize organı kadın taşıyor. Hepimiz aynı kapıdan geçerek yeryüzüne geliyoruz. Vulva da bu kapının ismi. Dünyada şiddet gören, haksızlığa uğrayan, çocuklarını korumak adına kendi canını veren tüm anne-kadın ve çocuklar icin yaptığım bir iş “Vulva”…”