Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Seçkin Selvi | “Güneş küsmüş bize, ama yarın hâlâ bizimdir”

“Güneş küsmüş bize, ama yarın hâlâ bizimdir”

17 Aralık 2016 - 01:12
Hikâyeleri anlatmak acıları azaltır mı? “Nasıl olsa benim başıma gelmez.” dediğimiz felaketler gerçekten o kadar uzak mı? MAM’ART bu soruları ya da soruların sonuçlarını irdeleyen bir oyunla sahnede
NEREYE GİTTİ BÜTÜN ÇİÇEKLER- Yazan: Eve Ensler, Çeviren: Tuğrul Tülek-Feri Baycu Güler, Yöneten: Tuğrul Tülek, Sahne tasarımı: Semih Salto’s, Müzik direktörü: Buket Bahar, Şarkı sözleri: Tuğrul Tülek, Işık tasarım: Hakan Özipek, Ses/Efekt: Özgehan Erturan, Müzik: Anonim Şarkılar, Oynayanlar: Şenay Gürler, Hale Akınlı, Goncagül Sunar, Feri Baycu Güler, Gözde Kansu, Melisa Doğu, Ece Yüksel.
 
“Vajina Monologları” oyunuyla dünyada geniş yankılar uyandıran Amerikalı yazar, feminist, aktivist Eve Ensler’in 1996 tarihli “Nereye Gitti Bütün Çiçekler” adlı yapıtı da seyirci karşısına çıktı. Ensler, savaş ertesinde Bosna’daki mülteci kadınlarla yaptığı röportajlardan sonra böyle bir oyun yazmaya karar vermiş. Bu karara varmasının nedenini şöyle açıklıyor: “Savaş dediğimizde, erkeklerin yaşadığı bir şey aklımıza geliyor. Konu bombalara ve bombaların yol açtığı tahribata odaklanıyor. Savaş sonrasındaki durumla ilgili olarak ne medyada fazla bir şey yer alıyor ne de başka ülkelerde yaşayan insanların vicdanında. Oysa asıl savaş bombalar sona erdikten sonra başlıyor.”  Eve Ensler, oyunu Bosna savaşı eksenine oturtmuş. Ancak, 1992-95 yılları arasındaki Bosna savaşının üzerinden ve köprülerin altından çok kan aktı, hâlâ da akmaya devam ediyor, ikisi hemen güneyimizdeki sınırların ötesinde ve çoktan sınırlarımızdan içeri sızmaya da başladı. 
 
Savaşın ve tecavüze uğramanın yarattığı travma grup terapisiyle atlatılır mı?
 
“Nasıl olsa benim başıma gelmez” dediğimiz felaketler o kadar uzak mı?
 
Oyunun yönetmeni Tuğrul Tülek işte bu güncel gerçeği göz önüne alarak belirsiz bir coğrafyada genelleme yapmayı yeğlemiş. Oyunu birlikte çevirdiği Feri Baycu Güler’le bu doğrultuda bir çalışma yapmışlar. Oyunda mülteci kampındaki kadınların yanı sıra iki de Amerikalı kadın var, biri orta yaşlı, daha çok New York sosyetesinde, mülteci kampındaki yoksunluklara çok ironik bir gönderme olarak, özellikle “dengesiz beslenme travmaları” alanında nam salmış bir psikiyatr (J.S.), diğeri de travma olgusu üzerinde çalışan insan hakları danışmanı genç bir yazar (Melissa).
 
Birbirlerinden çok farklı yapıdaki bu iki kadının bir ortak noktası, meslekleri gereği kendileriyle insanlar arasına mesafe koymayı, yabancılaşmayı öğrenmiş olmaları. Üstelik geldikleri mülteci kampı, yaşam koşullarını, geleneklerini, göreneklerini, insan ilişkilerini hiç bilmedikleri yabancı bir ülkede olduğu için, bu yabancılaşma katmerleniyor. Aynı tür yabancılaşmayı Sermet Çağan 1963’te yazdığı “Ayak Bacak Fabrikası” adlı oyunda kullanmıştı. O oyunda da Amerikan yardımıyla ilgili olarak gelen yabancı görevliler sırf iş yapmış olmak için insanların sorunlarıyla ilgileniyor gibi yaparlar ve doğal olarak hiçbir somut sonuç sağlanmaz. 
 
J.S. farklı yaşlarda, farklı geçmişlerden gelen, farklı travmalar yaşayan kadınları toplayıp Amerika’da alıştığı üzere grup terapisi yapmaya çalışırken,  Melissa’nın temel amacı da kadınları konuşturup onların anlattıklarından “öncelikle kadın topluluklarına ve kadınları travmaya sürükleyen belirli zulümlere odaklanarak travmanın oluşmasında ve gelişmesinde savaşın etkilerini sorgulayan”  bir kitap yazmaktır. Burada iki kadın arasındaki ikinci ortak nokta ortaya çıkıyor. Her ne kadar konuştukları kadınların başlarına gelenlere mesafeli bakmayı öğrenmişlerse de, içten içe ikisi de şiddet ve savaşla ilgili kendi korkularıyla yüzleşiyorlar. 
 
Kamptaki kadınların da temel yaklaşımı bu terapi programlarına karşıt bir nitelik gösteriyor; çünkü terapistlerin kendilerine buyurgan bir tavır takındığından, tepeden baktığından, daha da önemlisi lütufta bulunan birer kurtarıcı gibi davrandığından yakınıyorlar.  Melisa bunu kadınların öfkelerini kusacak gerekli bir hedef aradıklarını, kendilerinin de bu hedef durumuna geldiğini söyleyerek durumu açıklamaya çalışıyor. (Oyunun özgün adı olan “Gerekli Hedef” ya da “Zorunlu Hedef” de buradan geliyor.)  Süreç içinde gerçeği fark etmeye başlayan J.S. ise “Ben bu kadınlara yardım edemem. Onların bir eve, bir ülkeye, umursanmaya ve şefkate ihtiyacı var,” diyerek doğru teşhisi koyuyor.
 
Sanat umuttur
 
Mülteci sorununu hem her kırmızı ışıkta ve metro koridorlarında yakından yaşadığımız hem de Amerikalı psikiyatr kadar işin gerçeğinden uzak tutulduğumuz bir ortamdayız. İnsancıl yanımızla empati yapmaya çalışırken, bu binlerce, yüz binlerce, milyonlarca insanın iç politika şehvetine meze yapılmasından dolayı da tepkiliyiz doğrusu. Bu durumda onlar da, bizler de mağdur oluyoruz. Onlar başlarına gelenlerden ötürü, bizler (ne kadar kaldıysak bizler) ise “Bizim de her an başımıza getirilebilir” kaygısından ötürü mağduruz.
 
Psikiyatr J.S.in gerçekle yüz yüze gelmesini sağlayan Zlata’nın argümanları oluyor.
 
Yönetmen Tuğrul Tülek, olumlu bir yaklaşımla sahnedekilere ve salondakilere biraz da umut vermenin doğru olacağını düşünmüş olmalı ki, oyuna müzik katmış. Bu anonim ezgilere kendisi 'söz' yazmış. Buket Bahar’ın müzik direktörlüğünde gerçekleştirilen bu katkı, sanatın her formunun insan için tek çıkış yolu, tek umut olduğu görüşünü yansıtıyor. “Güneş küsmüş bize, ama yarın hâlâ bizimdir” dizelerindeki umut, kamptaki o kadınların yaşadıkları travmayı başka uzmanlara konu mankeni olmak yerine, kendi dirençleriyle atlatabileceklerini gösteriyor.
 
Semih Salto’s, imzalı sahne tasarımı, yerleşik düzenden yoksunluğu, sürekli göç halini, eşya sandıklarından oluşan dekorla gözler önüne seriyor. Bütün bu olumsuz etmenlere karşın mülteci kadınlar müzik çalarak, şarkı söyleyerek, örgü örerek “normal” bir yaşamı sürdürmeye çalışıyorlar. J.S.rolünde Şenay Gürler, danışman Melissa rolünde Gözde Kansu ve her yaştan, her geçmişten kadınları canlandıran Hale Akınlı, Goncagül Sunar, Feri Baycu Güler, Melisa Doğu ve Ece Yüksel içtenlikle algılanmış bir oyunu içtenlikle oynuyorlar.
 

Vahşet Tanrısı başarıyla devam ediyor

 
 
İki çocuk kavga eder, okulda, sokakta, parkta. Vahim fiziksel sonuçları olmadıkça bu kavga iki çocuk arasında kalması gereken bir olaydır, üstelik çocukların kişilik gelişiminde kendi başlarına karar ve tavır almayı öğrenmelerini de sağlayan bir durumdur. Gelin görün ki her zaman öyle olmuyor. Başka ülkelerdeki durumu bilmiyorum, ama üçüncü sayfa haberlerine göz atacak olursanız çocuk kavgasının iki ailenin, hatta iki sülalenin ve bütün mahallenin kapıştığı bir olaya dönüştüğüne sık sık rastlarsınız.
 
İran asıllı Fransız yazar Yasmina Reza bu olguyu Fransa’daki iki aile arasında konumluyor. Olay on bir yaşındaki Ferdinand Reille’nin, Bruno Houillié'nin suratına sopayla vurmasından kaynaklanır. Oyun iki ailenin olayı tatlıya bağlamak için bir araya gelişiyle başlar, çocuklarının neden olduğu olayı konuşurlarken işler değişir, iki ailenin birbirleriyle ve çiftlerin kendileriyle hesaplaşmasına döner.  “Ne olursa olsun, birlikte yaşama sanatı diye bir şey hâlâ vardır, değil mi?” sözleriyle sunulan oyunun dramaturgisini tiyatronun kronik sorunlarına kolektif çözümler arayan Kronik Kolektif topluluğu üstleniyor ve oyunun "Söz bir isteği dışa vurmak için fiziksel bir eyleme dönüşmelidir" tezi üzerinden çalışıldığını vurguluyor. “Vahşet Tanrısı” oynandığı ilk tiyatro dönemindeki başarısının ardından bu yıl da aynı beğeniyle izlenmeyi sürdürüyor.
 
Yazan: Yasmina Reza, Çeviren: Zeynep Avcı, Dramaturji: Kronik Kolektif, Yöneten: Saim Güveloğlu, Yönetmen Yardımcısı: Sezer Arıçay, Proje Asistanları: İnci Sefa Cingöz, Tarçın Çelebi, Dekor-Kostüm-Aksesuar: Hilal Polat, Işık Tasarımı: Utku Kara, Grafik Tasarım: Evren Erlevent, Fotoğraf: Muhsin Akgün, Oynayanlar: Roza Erdem,  Tansu Biçer,  Tülin Özen,  Çetin Sarıkartal.
 
Bilgi: 0533.373 43 79