Neden öldün Zweig?
Stefan Zweig’ın 1881 yılında Viyana’nın ünlü Schottenring Caddesi’ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlayan yaşamı, 1942 yılında Brezilya’nın küçük dağ kenti Petropolis’in Rua Gonçalves Dias Sokağı No. 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulmuştu.
Yaşamı boyunca her şeye hümanizmin penceresinden bakan Zweig, 20. yüzyılın savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri vardı. Savaşlardan nefret ediyor, daha iyi bir dünyanın kültür aracılığıyla yaratılacağına inanıyor, öykülerini, denemelerini insanca yaşama adına kaleme alıyordu. Yapıtları barışa ve sevgiye çok açık bir çağrıydı. 1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle,geleceği öngören duyarlılığıyla,“Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez.” diyordu. Çok geçmedenkitapları yakıldı, dostları Almanya’yı terk etmeye başladı. Kendisi de 1934’te Nazi baskısına dayanamayıp ailesini, yurdunu, sevdiği Salzburg’dan ayrıldı. Eşi Friderike’den boşandı. Petropolis’te kiraladığı bahçeli küçük evde her şeyi unutmak istiyordu. Fakat Avrupa’dan gelen haberler korkunçtu. Stefan Zweig, İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında, savaş alanlarının uzağında, her bakımdan güvenlik içindeyken ikinci eşiyle birlikte intihar etti. Friderike’ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli son mektubunda şunları yazıyordu: “Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim. Senin iyi günleri göreceğine eminim. Bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan.”
Laurent Seksik, Stefan Zweig ve eşi Lotte’nin ölüme doğru çıktıkları yolculuğun son altı ayında onlara eşlik ediyor. Hem hekim hem de başarılı bir yayın yönetmeni ve edebiyat eleştirmeni olan Seksik, bu romanını, dönemin arşivlerinden, tanıklıklardan ve belgelerden alınmış tarihi ve gerçek olaylara dayandırıyor. Dünyaca ünlü bir aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında eşiyle birlikte içine düştükleri o derin bunalımı, her sayfada hissettiriyor, o kederli günleri onlarla birlikte yaşıyor, yaşatıyor:
“Karşı karşıya, göz göze, ayaktalar. Zweig, gözlerini ondan ayırmadan bardağını ağzına yaklaştırıyor. Hiç ara vermeden içiyor. Üç yudumda bardağını boşaltıyor. Gidip uzanacağını dilediği zaman yanına gelmesini söylüyor. Yatağa uzanıyor. Lotte çabucak içiyor, hemen yanına gidiyor, omzuna tutunuyor. Zweig, karısının vücudunun baş döndüren kokusunu içine çekiyor. Bir şey görüp görmediğini soruyor. Lotte cevap veremiyor. Gözyaşlarından herhangi bir şeyi görmesi mümkün değil, ama görülecek bir şey var mı ki? Zihnine binlerce şeyin üşüştüğünü söylüyor Zweig. İşte uzakta, bildik bir dünyanın harikulade panoraması, kaldırımları ışıl ışıl parlayan bir Avrupa şehri, rastgele yüzleri kendisini kucaklayan insanlar. Her şeyin yavaş yavaş karardığını söylüyor. Ya o, o ne görüyor? Lotte cevap vermiyor. Her şeyin birbirine karıştığını söylüyor Zweig, önceki zamanla şimdiki zamanın; ışığın bulanıklaştığını, büyük bir binanın alacakaranlığa gömülmüş girişinde olduğunu, geçerken hafifçe kendisine değen bildik bir silueti tanıdığını söylüyor, bir kadın silueti, elinde yelpaze, her şeye tepeden bakan bir edası var, koridoru geçmekte… Lotte onun alnından ve gözkapaklarından öpüyor. Gözleri kapalı. Artık hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyor… Gün, gece oluyor. Yeryüzü biçimsiz ve boş. Lotte, dipsiz derinlikte Zweig’a kavuşuyor. Ve açık pencereden, perdeleri dalgalandıran rüzgârın esintisi bu dipsiz serinliğin üzerinde dolaşıyor.”
“Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi hayatı gerçekten yaşamış sayılır.” diyen Zweig, insan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkün, gerçek bir aydındı. İntihar gerekçesi “dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücünün kalmamasıydı.” Zweig, ölümünden bu yana güncelliğini hiç yitirmedi…
(Stefan Zweig’ın Son Günleri / Laurent Seksik / Çeviri: Sosi Dolanoğlu / Can Yayınları)