Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Orhan Tüleylioğlu | Kesin sonucu sürekli ertelenen bir dava

Kesin sonucu sürekli ertelenen bir dava

12 Eylül 2013 - 09:09
Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in, Tolstoy ve Dostoyevski’nin kitaplarının yasak oluğu 12 Eylül döneminde, hakkında dava açılan yazarlarımız arasında Nedim Gürsel de bulunuyorduÜlkenin geleceğini karartan 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen sonrasında kitap yasakları çığ gibi artmış, evler basılıp sakıncalı kitaplar aranmış, toplatılmış ve milyonlarca kitap imha edilmişti.

Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in, Tolstoy ve Dostoyevski’nin kitaplarının yasak oluğu bu dönemde, hakkında dava açılan yazarlarımız arasında Nedim Gürsel de bulunuyordu.

Nedim Gürsel, 1971’de Halkın Dostları dergisinde yayımlanan “Gorki’nin Öyküleri” adlı yazısından dolayı mahkemeye verildiğinde henüz yirmi yaşındaydı. Savcı, bir edebiyat eleştirisi yazdığı ve bu eleştiride Gorki ile Lenin’in görüşlerini karşılaştırdığı için yedi buçuk yıl hapsini istiyordu. Nedim Gürsel, en büyük şairini yıllarca zindana kapatmış, en büyük yazarlarından birini gizli polise öldürtüp cesedini Bulgaristan sınırına gömdürmüş, gazeteci ve aydınlarını falakadan geçirmiş bir devletin vatandaşı olarak, yazarlığa böyle bir davayla adım atmasını doğal karşılamıştı. Ama yine de yaşamının en güzel yıllarını hapiste geçireceği endişesiyle derinden sarsılmış, bu endişe Paris serüveninin de başlangıcı olmuştu. Soluğu devlet başkanının “Sartre tutuklanamaz, çünkü o Fransa’dır” dediği ülkenin başkentinde aldı.
12 Mart dönemini ve bu baskı döneminin genç insanlarda yol açtığı yıkımı, derin yaraları, işkencede can verenleri ayrıntılarıyla anlattığı Uzun Sürmüş Bir Yaz, 12 Eylül darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından toplattırıldı, hakkında Türk Ceza Yasası’nın 159. maddesi gereğince, yani “Devletin askerî ve emniyet ve muhafaza kuvvetlerini alenen tahkir ve teyzif” etmekten dava açıldı.

Nedim Gürsel, bundan sonra gelişen olayları Paris Yazıları adlı kitabında şöyle anlatır:

“‘23 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi Hâkimi Enis Muradoğlu’ imzalı yazı elçiliğimiz aracılığıyla “Paris Charbonne Üniversitesi”ne dek gelip elime ulaştığında, Sıkıyönetimin beni, Fransızca’da “kömür” anlamına gelen “charbon” örneği, bir hamam külhanında yakacağı endişesine kapılmıştım. “Sorbonne”la “charbon”u birbirine karıştıran bir mahkemeden nasıl olsa aklanma kararı çıkmayacağını sanarak. Yanılmışım. Yazıda “yaptırılan tahkikat sonucu sanık Nedim Gürsel’in halen Paris Charbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi” olduğu belirtiliyor, sorgusunun bir an önce yapılabilmesi için “mahkemeye celp”i isteniyordu. O gün, Kafka’nın deyimiyle “kesin sonucu sürekli ertelenen bir dava”nın sanığı olacağımı, avukatım Gülçin Çaylıgil’in koruyuculuğunda sorguların iddianameleri, bilirkişi raporlarının “mühlet”leri, savunmaların kararları, temyizlerin yeni duruşmaları izleyeceğini, 2 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nce verilen aklama kararının Askerî Yargıtay’ca bozulacağını, ikinci kez aynı mahkemede başlayan dava yine aklanmayla sonuçlanınca bu kez İstanbul Sıkıyönetim komutanının “özel yetki”siyle dosyanın Yargıtay’ın da üstünde olan “Daireler Kurulu”na gönderileceğini, bu makamın davaya askerî mahkemelerin bakma yetkisi olmadığına karar vermesinden ve aradan üç yıl geçtikten sonra –neyse ki tutuksuz yargılanıyordum!– Uzun Sürmüş Bir Yaz davasının yeniden, bu kez İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayacağını bilemezdim elbet.

Gülçin artık benden de, Kafka’nın Dava adlı romanına dönüşen bu saçma davadan da haklı olarak bıkmıştı. Ağır Ceza’ya gelmedi, o zamanki ortağı –“nur içinde yatsın!”– Ziya Nur’la gittik. Yargıç Vanlı Şevki’nin önünde sorgum yapılırken kürsüde dağ gibi yığılan dosyalara bakıyordum. Yargıç da benim gibi dosyaların altında ezildiği duygusuna kapılmış olmalıydı ki, o babacan haliyle “mühlet” istedi. Ve “mühlet’’lerin sonu gelmedi bir türlü. Ağır Ceza’ya her gidişimizde Ziya Nur’la bir büyük rakı deviriyor, Vanlı Şevki’nin karşısına çakırkeyif çıkarak İonesco’nun bir oyunundaymışız gibi “saçma” kavramının giderek günlük yaşamımızın bir parçası oluşunu hayretle izliyorduk. Yargılayan da bizdik artık, yargılanan da. Şevki de bizden eksik kalmıyor, sıkıntı ve içkiden dosyaları incelemeye bir türlü vakit bulamıyordu. Uzun Sürmüş Bir Yaz davası kitabın adı gibi uzadıkça uzuyordu. O arada ben birçok kez Paris’e gidip geldim, askerliğimi yaptım, sonradan, bu kez “müstehcenlik” gerekçesiyle toplattırılacak Kadınlar Kitabı’nı yazdım, ama dava bir türlü bitmedi. Ayık olduğu duruşmalarda Vanlı Şevki tüm dosyaları dikkatle inceliyor, Sıkıyönetim’den gelen bir davayı “kılı kırk yarmadan” bitirmeyi göze alamıyordu. Adalet çarkı dönmeye başlamıştı bir kez, kara cüppeli yargıçların, mübaşirlerin, korkunç bakışlı savcıların, sigara dumanından göz gözü görmeyen adliye koridorlarının, cilt cilt hukuk kitaplarıyla Remington marka daktiloların üst üste yığıldığı duruşma salonlarının dünyasına girmiştik. Sabahtan akşama havanda su dövülecek, bir yazarın hayal dünyası karmaşık hukuk terimleriyle karartılacak, nice “eveleme develeme devekuşu kovalama”dan sonra karar verilecek ve elbette bu karar bozularak duruşma yeniden başlayacak, “mühlet”ler istenecek, bozulup da yeniden verilen karar hiçbir zaman kesinleşmeyecekti.”

Nedim Gürsel, 12 Eylül döneminde yaşadıklarını yıllar sonra şöyle değerlendirir.

“O zaman, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin neden bir edebiyat yapıtıyla uğraştığına, bunca insanı, bunca çabayı, bunca parayı bir “hiç” uğruna nasıl böyle ciddiyetle seferber edebildiğine bir anlam verememiş, bunda bir “bit yeniği” olması gerektiğine karar verip bıyık altından gülümsemekle yetinmiştim. Oysa şimdi, yıllar sonra, düşünce özgürlüğü alanında ülkemizin bir arpa boyu bile yol almadığını gördükçe, gülümsemek gelmiyor içimden. Pek çok insanın bir kitap yazmanın ya da düşüncelerini açıkça savunmanın bedelini benden çok daha ağır biçimde ödediğini biliyorum. Ne yazık, Cumhuriyet kurulalı yarım yüzyılı çoktan aştı, dünyada köprülerin altından nice sular aktı, ama ülkemizde, yalnızca, düşünce özgürlüğünü sınırlayan yasaların numaraları değişti. Bu kez barış isteyen, Kürt kimliğinin tanınması için mücadele veren bir avuç aydın ve gazeteci yargılanıyor. İçlerinden çoğu ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Düşünce suçu ayıplarının giderek çoğaldığını, ülkemizin en seçkin aydın ve yazarlarının mahkeme kapılarında, hatta hapislerde süründürüldüğünü gördükçe dehşete kapılıyorum. “Bu gidişin sonu kötü!” diye geçiriyorum içimden. Evet, tüm uygar dünyadan dışlanacağız, yeni düşünceler, yeni yapıtlar artık filizlenmeyecek. Duruşmalar duruşmaları, sorgular iddianameleri, belki de işkenceler ölümleri izleyecek bir “hiç” uğruna. Ve Joseph K.’nın “zavallı” gövdesini havaya uçuran dinamit, yeşertmeye çabaladığımız demokrasimizin altında patlayacak.”