Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Egemen Limoncuoğlu | Sen ve ben, bir ütopya
19 Haziran 2018 - 02:06
Bizlere “I Follow Rivers” gibi bir modern zaman klasiği şarkıyı armağan eden İsveçli şarkıcı Lykke Li bu ay yeni bir albümle 4 sene evvel bıraktığı yerden hüznü haz bilen şarkılarını söylemeye devam ediyor. Fakat bir büyük farkla, bu kez günümüz pop müzik estetiklerine daha yakın durarak.

İyi bir şarkı ne yapıp ne edip onu sevecek kulaklara ulaşıyor. İster Lykke Li’nin videosuyla da içe işleme kapasitesi yüksek ‘orijinal’ versiyonuyla, ister Belçikalı grup Triggerfinger’ın getirdiği yorumla. Sizin “I Follow Rivers”ınız hangisiydi? Cover diye tabir ettiğimiz, şarkının orijinal haline getirilen, ve Triggerfinger’a kocaman bir kariyer ivmesi kazandıran yorum mu? Yoksa İsveçli şarkı insanı Lykke Li’nin kendinin bir parçası kılarak seslendirdiği ‘esas’ hali mi? Müziksever muhabbetlerin favori konularındandır, ‘cover’ı orijinalinden daha iyi olan şarkılar’ başlığı altında tartışmak, “I Follow Rivers” da bu tartışmalarda adı geçmeye gayet  uygun bir örnek. Bu satırlar, Lykke Li’ninki tabii diyor, hani eğer illa tartışacaksak, bilginize...

 

Bundan neredeyse tam 10 sene evvel, İngilizlerin tanınan gazetelerinden The Independent, bir sonraki Madonna olmak isteyen, 22 yaşında İsveçli genç bir kadın şarkıcıyı sayfalarına taşımış. Kırılgan bir hanım, çocuksu bir ses, sahneden dinleyicilerini büyüleyen bir yıldız adayı olarak bahsetmiş. Meşhur açık hava festivali Glastonbury’de de sahneye çıkacağını söylediği bu genç kadının Meat Loaf’tan Kate Bush’a uzanan bir sahne personasına sahip olduğunu anlatmış. Henüz ilk albümü yayımlanmış bir ses için hiç de azımsanmayacak ölçüde yer ayırmış. O genç kadın, 10 sene sonra bir Madonna olmadı belki, ama bir Lykke Li olmayı, indie-pop camiasının gözde, sevilen ve takip edilen isimlerinden biri olmayı  başardı.

 

Gençlik bir roman

 

“Annem bir punk’tı” diyor 1986’nın 16 Mart’ında dünyaya ilk kez ses veren Li Lykke Timotej Zachrisson. Bazı yerlerde hippie bir anne-babaya sahip olduğu da yazılmış, lakin Lykke punk diyorsa punk’tır. Zaten konumuz da bu değil. Netice itibarıyla müzikle yakinen alakalı bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya gelmiş Lykke Li, biz bu kısımla ilgileniyoruz. Fotoğraf sanatçısı anne, müzisyen baba (Johan Zachrisson). Portekiz’den Fas’a, Nepal’den Hindistan’a epey bir ‘dünya’ görüyor çocukluğu boyunca. Bu seferi büyüme çağı, TV karşısında geçmeyen çocukluk bir gün Michael Jackson’un “Black or White” klibini görene dek böyle sürüp gidiyor. Hikayesinin bundan sonraki kısmıysa memleketi isveç’te ve müzikle artık iyiden iyiye haşır neşir olmayı istemekle devam ediyor. Lykke’nin ‘hangimiz öyle dans etmek istemedik ki?’ gibi bir bağı rahatlıkla kuracağımız Michael Jackson klibi vakası, onu dans edip şarkı söylemeye ciddi ciddi zaman ayırmasıyla sonuçlanıyor. Zamanla dansın kapladığı alan daralıyor, şarkı söylemek ön plana çıkıyor.

Büyüme çağında garsonluk yaptığı, bir bakımevinde çalıştığı gibi bilgiler var özgeçmişinde. Fakat bunlar hep yan işler tahmin edeceğiniz üzere, esas işi şarkı söylemek ve bunu barlarda sahneye çıkarak hayata geçirmeye çoktan başlıyor. Zaman zaman takdir görüyor, alkışlanıyor. Zaman zaman da yuhalanıyor. Ama inadı inat, devam ediyor şarkı söylemeye.

 

Şarkılarının demo halleri kaydediyor – evet, kendi şarkılarını da besteliyor Lykke Li o tarihlerde. İsveç’te ulaşabildiği prodüktörler, müzik insanları, nasıl diyelim, pek yüz vermiyor Lykke’nin şarkılarına. O da gözünü karartıp önce Londra’ya, ardından da Amerika’ya atıyor kendini. SXSW gibi, yepyeni sanatçıların şans bulduğu bir festivalde, 3 günde 9 kez çalıyor. Bir albüm anlaşmasını da koparıyor. Müzik endüstrisi Lykke Li’ye kapılarını nihayet açıyor, turnelerde açılış yapan isim olarak güneşin tepede, gölgelerin ara ki bulasın olduğu saatlerde sahneye çıkmaya başlıyor. Henüz yolun başı.

 

Yüzünü dökme Lykke

 

2008’de The Independent’ın sayfalarına taşıdığı Lykke Li, ilk albümü “Youth Novels”ı (Gençlik Romanları) yapmış bir Lykke Li. 20’li yaşlarının başında, genç bir kadının, aşk ve acılarına dair kişisel olmayı da başaran şarkıları ihtiva ediyor. Popüler müziğin kafayı aşkla bozmuşluğu, şimdi böyle anlatınca tabii ister istemez “e ne var aşktan bahsediyorsa” dedirtiyor. Ama Lykke’de bir numara var, ileride “bazı insanlar uyuşturucuya sığınır, bense müziğime” diye anlatacağı bir tutku.

 

İkinci albüm “Wounded Rhymes” (Yaralı Kafiyeler) geldiğinde, Lykke’nin aslında bir üçleme peşinde olduğu,, bu albümün de onun ikinci halkası olduğu daha belirginleşiyor. Bir başka belirginleşen şeyse, görsel ve işitsel olarak kurduğu hüzün bazlı (ya da hüzün hazlı demeli belki) dünyasının kalbi mevzulardan canı yanan herkesi bir şekilde yakalamayı başarması. “I Follow Rivers”ı da içeren bu yaralı kafiyelere sahip ikinci albüm, onu indie-pop’un prenseslerinden biri haline getiriyor. Karşılıksız aşk, acı Tanrı’nın bir lütfudur gibi şeyler söylüyor, dinleyene yüzünü dökme Lykke dedirtiyor.

 

“I Follow Rivers”ın başarısını da arkasına alarak yaptığı, ve üçlemenin son halkası olan 2014 tarihli “I Never Learn” (Hiçbir Zaman Öğrenmiyorum) çıktığındaysa artık karşımızda 30’lu yaşlarına adım atmak üzere olan bir kadın var. Haliyle şarkı sözleri de bunu yansıtır nitelikte. Biraz kabulleniş, biraz yas. Çelik gibi bir kalp, yalnız uyumak, bir daha asla sevmemek... İçerdiği şarkılara kapısını açacak her kırık kalbi ihya edecek bir albüm.

 

Hüzünhaz melodiler

 

Yeni bir Lykke Li albümünün teşrifi için “I Never Learn”ün üstünden 4 sene geçmesi gerekti. Lykke o arada başka projelerle (İsveç süper grubu denilen LIV) ilgilendi, moda dünyasıyla yakından ilgilenip kendi kreasyonlarını görücüye çıkardı. Ama belki de en önemlisi, zira hayatının duygusal iklimi bolca şarkılarına yansıtan biri için özellikle, anne oldu. Kanye West’tir, Bruno Mars’tır, Harry Styles’tır, çalışmadık popüler isim bırakmayan prodüktör Jeff Bhasker’le bir erkek çocukları oldu, adını Dion koydular. Anne olmak peki nasıl etkilemiş Lykke’yi derseniz, şöyle bir örnek verelim: Yeni albümünün habercisi şarkılardan “utopia”yı bize kendi annesi ve oğlunu ev çekimi görüntülerle izlettiği bir kliple dinletti ilk kez. Üstelik Anneler Günü’nde yaptı bunu. Biz de başlığımızı “utopia”nın sözlerinden ödünç aldık o arada.

 

Neyse ki (neden neyse ki diyoruz bunu biz de bilmiyoruz aslında) hüzünden haz almak hâlâ şarkılarında mevcut. Bir kere yeni albümünün adı “so sad so sexy”. Bu arada yeni albümde ‘artık kısa cümleler kuruyorum’ gibi bir durum olmasa da dikkatinizi çekeceği üzere artık büyük harf kullanmıyor İsveçli şarkı yazarı. Albümün diğer habercileri “deep end” ve “hard rain”den anladığımız kadarıyla bu kez “I Never Learn”ün sade hüznü yerine modern pop camiasının prodüksiyon numaralarına kapısı açık şarkılar içeriyor dördüncü albümü. Spotify çağında, kulakları o tip mecraların popüler ettiği şarkılarına aşina dinleyiciye de pas atmak istiyor belli ki. Lakin Facebook sayfasından anladığımız kadarıyla da, bu ‘modernite’den hiç hoşnut olmayan dinleyicileri de var. Bakalım, göreceğiz... Biz bu satırlarda ne dersek diyelim, albüm ve şarkılarla bağ kurup kurmamak size kalıyor sonuçta. Bakalım hüzünhaz melodilerin kadını bu İsveçli ses ile bu kez nasıl bir bağ kuracaksınız...