Yangından sonra hayat
Manavgat’tan İçmeler’e, Turunç’tan Mazı’ya ormanlarımız peş peşe yanmaya başlamadan önce karar verilmiş bir seyahatim vardı, Marmaris’e. Vazgeçmeyi ben de düşündüm tabii ama Datça ve Marmaris belediyelerinin yaptığı “Rezervasyonlarınızı iptal etmeyerek de bize destek olabilirsiniz” paylaşımlarının da etkisiyle şu anda bu bölgede bulunmanın “köy yanarken taranmak” olmadığına karar verdim. Yollarda giderken, kafanızı kaldırdığınızda tepenizde uzanan karanlık insanın içini burkuyor evet, ama konuk olduğun, yemek yediğin, alışveriş ettiğin esnafın seninle giriştiği içten sohbetten bile burada bulunmanın onlar için bir şey ifade ettiğini anlıyorsun. Çünkü kimse kalmamış pek. Zaten pandemiden beli bükülen esnaf, bütün umutlarını bağladığı turizm sezonuna da ağustos ayında veda etmek zorunda kalmış. Hala beklentisi olanlar, yeni rezervasyonlardan medet umanlar var ama tamamen kepenk kapatıp gitmiş olanlar da az değil.
Köylü pazarlarında daha da fark ettiriyor kendisini hazin tablo. Bazı tezgahlar boş. Üreticinin bahçesi, serası yanmış, ürünü kalmamış satacak ki pazara gelsin. Birçok sorduğun meyve- sebze için “Vardı ama yangınlardan sonra kalmadı” cevabını alıyorsun. Sadece yumurta satan bir tezgâhın sahibiyle dertleşiyoruz, “Bahçemiz de yandı, seramız” da deyince vah vah ediyoruz biz. Hemen kesiyor, “Önemli değil, konur yerine” diyor, “İneklerimiz sağ, onlara bir şey olmadı şükür”. İnsan kendi ahlanıp vahlanmasından utanıyor. Bu “Tamam çok kötü şeyler yaşadık, bildiğiniz gibi değil ne gördüyseniz ne duyduysanız daha fazlasıydı. Ama geçti, şimdi yaraları sarmaya, tamir etmeye bakıyoruz” tavrı sık sık çıkıyor karşımıza. Bir de zor durumda dayanışma, her an birbirinin yardımına koşmaya hazır olma durumu.
Bir geceyi Bozburun’da Casa Daracia’da geçiriyoruz. Sadece denizden ulaşılabilen bir cennet burası, rüya gibi bir yer. Dokuz odalı, tamamı dolduğunda sadece 19 kişiyi ağırlayabilecek kapasitede bir butik otel. Neredeyse deniz sana ait, zaten birkaç adet küçük iskelesi var, doğayla uyum içinde, yeşilin içine nezaketle yerleşmiş durumda. Daha temmuz ayında açılmış, ayını doldurmadan yangınlarla sınanmış ve bundan daha donanımlı çıkmış durumda. Oteldeki her bir detayla, her müşterinin (aslında konuk demeliyim, ayrılırken üzülecek kadar muhabbeti var her biriyle) her ihtiyacıyla bire bir ilgilenen Aylin Özgiray, yangınlar üzerine dalgıç pompa edinip personele eğitim aldırmış. Bunu konuşurken pompanın akşama deneneceğinden haberimiz yok tabii. Gece tam el ayak çekilmişken karşıdan bir duman yükseliyor. Aylin Hanım ve ekibi üç dakika içinde jeneratörlerini, pompalarını yüklenip tekneye atlıyorlar. O arada derin uykuda görünen koyun dört bir yanından karanlıklar içinden tekneler fırlayıp yöneliyor alevlerin olduğu tarafa. Tüyler ürperten bir manzara gerçekten ve yarım saat içinde yangın söndürülüyor. Mutfağından tutuşan bir işletme olduğunu öğreniyoruz sonra yananın.
Sonuç olarak hayat burada zorlanarak da olsa öğrenerek devam ediyor. Gelmeyi düşünen ama tereddüt edenler için söylüyorum. Umutlarını buraya gelecek turiste bağlamış insanları “Bizim gözümüz o yanmış ağaçları görmeye dayanamaz” gibi sebeplerle kendi başlarına bırakmak bir çözüm değil.