Milliyet Sanat »Yazarlar » Asu Maro | Sinemada tekelleşme tehlikesi mi dediniz?
Sinemada tekelleşme tehlikesi mi dediniz?
30 Kasım 2012 - 07:11 | Yurtiçi ve yurtdışı festivallerde birçok ödül alan "Tepenin Ardı", gösterilecek salon bulamıyor.Cinemaximum yetkilisi onay vermediği zaman zaten baştan yenik başlıyorsun vizyon macerasına. Tabii ki biz son derece alışığız ödüllü filmlerin cezalandırılmasına
Zamanında çok sayıda endişeli yazı çıkmıştı bu konuda. Olayı rakamlarla gayet net biçimde ortaya koyan Can Dündar’ın 14 Ağustos 2011 tarihli yazısından aktartalım: “Yurt genelinde 1841 sinema salonu var. Bunların 241’i (yüzde 13) Mars şirketinin Cinebonus’ları... İkinci sırada 200 salonla (yüzde 11) AFM’ler geliyor.
Şimdi bu iki rakip birleşiyor. Mars’ın AFM’yi satın alması sonucu her 4 salondan 1’i aynı grubun eline geçiyor. Eski sinemaların yerini alışveriş merkezlerindekilerin alması eğilimine bakıldığında tablo daha da ağırlaşıyor. Bu iki grup, ‘movieplex’lerin yüzde 71’ini kontrol ediyor. Birleşmeyle, bu sinemalarda gösterilecek filmlere, reklam ücretlerine, bilet fiyatlarına tek bir grup karar verecek.”
O yazı yayınlandığı sırada, top Rekabet Kurumu’ndaydı. Sektör temsilcilerinden görüş alarak, kimi ülkelerin dağıtım tekeli aleyhine aldıkları kararları inceleyerek birleşmeyi onaylayıp onaylamamaya karar verecekti. Ve ne oldu, konuyla ilgisi olmayan herhangi bir kişinin bile duruma baktığında rahatlıkla görebileceği ‘tehlike’ Rekabet Kurumu’nu rahatsız etmedi, bu mutlu ‘evlilik’ “Sinemada dev bileşme” başlıklarıyla muştulandı.
Ve şu anda, dün gazetelerde yer aldığı gibi, Emin Alper’in Berlin’den Taypey’e, Karlovy Vary’den Saraybosna’ya muhtelif festivallerden toplam 16 ödülle dönen, en son da geçen hafta Asya Pasifik ödülünün sahibi olan filmi “Tepenin Ardı” gösterilecek salon bulamıyor. 14 Aralık’ta gösterime girmesi beklenen filme sadece (yazıyla yedi) salon talip olmuş.
E düşünürsek salonların büyük bölümünün aynı noktadan yönetildiğini, Cinemaximum yetkilisi onay vermediği zaman zaten baştan yenik başlıyorsun vizyon macerasına.
Tabii ki biz son derece alışığız ödüllü filmlerin cezalandırılmasına. “Aman, ödülü mü var, uzak duralım” yaklaşımına... Ama artık bu kadarı da fazla değil mi? Dünyanın dört bir tarafında daha ilk filmiyle konuşulmaya başlamış genç bir yönetmen var karşımızda. Ve az filme nasip olacak kadar çok ödülü – övgüyü toplamış bir film. Onu göstermek bir prestij meselesi değil midir? Ayrıca emin olun, onu da bekleyen bir izleyici kitlesi var. O kitlenin sinemaya gitme hakkı yok mu artık?
Şu anki manzara: Hangi salona baksak “Moskova’nın Şifresi”, kafamızı çeviriyoruz “Dağ”. Onun dışında bol Amerikan aksiyonu... Seyirci bunu izler diye bizim adımıza karar veren televizyonlarımızdan farkı yok sinema salonlarının da artık çok şükür.
Tekelleşme tehlikesi (mi) var ne... Rekabet Kurumu ne düşünür acaba?
Ölüm oruçları sürecini anlamak için
Bu filmde ünlü starlar yok. Refik Ünal, Cafer Gürbüz, Çiğdem Kazan, Hüseyin Muharrem Gündüz, Aliekber Akkaya ve Delil İldan, ‘oyuncuları’. Parlak, tablo gibi görüntüler pek yok, gerçek o zaman ışıltılı olmuyor her zaman. Hele hele “Simurg”un yönetmeni Ruhi Karadağ, en karanlık gerçeklerden birine, ölüm oruçlarına çeviriyor kamerasını. İsimlerini saydıklarım, 1996 yılında ölüm oruçlarına katılmış altı mahkum. 69 günlük eylemden sonra Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanmışlar, konuşma, yürüme, günlük hayatı sürdürme güçlükleri yaşıyorlar.
Kamera, bu altı kişiyle birlikte 2000 yılındaki ölüm oruçlarını gün gün takip ediyor. Biz bunu 12 yıl sonra, daha yeni aynı tür bir süreçten geçmişken izliyoruz.
Çok çarpıcı kareler var filmde, insanın belleğinden çıkmayacak türden. Filmde ‘rol aldıktan’ sonra hayatını kaybetmiş gencecik insanlar var. Etkileyici olduğu su götürmez. Bir de kurgudaki dağınıklık aşılabilse, kimi bölümlerden feragat edilip derlenip toparlansa, zaten konunun kendisi insanın içine olanca çıplaklığıyla otururken bir de kurguyla duygusallaştırma çabasına girilmese unutulmaz bir film olabilirmiş.
Ama bir belgeselin, hem de böyle bir belgeselin sinemalarda gösterim şansı bulması önemli bir fırsattır, daha yeni geçirdiğimiz ölüm oruçları sürecine bir daha dönüp bakmak, düşünmek, anlamak için izlenmeli...
Zamanında çok sayıda endişeli yazı çıkmıştı bu konuda. Olayı rakamlarla gayet net biçimde ortaya koyan Can Dündar’ın 14 Ağustos 2011 tarihli yazısından aktartalım: “Yurt genelinde 1841 sinema salonu var. Bunların 241’i (yüzde 13) Mars şirketinin Cinebonus’ları... İkinci sırada 200 salonla (yüzde 11) AFM’ler geliyor.
Şimdi bu iki rakip birleşiyor. Mars’ın AFM’yi satın alması sonucu her 4 salondan 1’i aynı grubun eline geçiyor. Eski sinemaların yerini alışveriş merkezlerindekilerin alması eğilimine bakıldığında tablo daha da ağırlaşıyor. Bu iki grup, ‘movieplex’lerin yüzde 71’ini kontrol ediyor. Birleşmeyle, bu sinemalarda gösterilecek filmlere, reklam ücretlerine, bilet fiyatlarına tek bir grup karar verecek.”
O yazı yayınlandığı sırada, top Rekabet Kurumu’ndaydı. Sektör temsilcilerinden görüş alarak, kimi ülkelerin dağıtım tekeli aleyhine aldıkları kararları inceleyerek birleşmeyi onaylayıp onaylamamaya karar verecekti. Ve ne oldu, konuyla ilgisi olmayan herhangi bir kişinin bile duruma baktığında rahatlıkla görebileceği ‘tehlike’ Rekabet Kurumu’nu rahatsız etmedi, bu mutlu ‘evlilik’ “Sinemada dev bileşme” başlıklarıyla muştulandı.
Ve şu anda, dün gazetelerde yer aldığı gibi, Emin Alper’in Berlin’den Taypey’e, Karlovy Vary’den Saraybosna’ya muhtelif festivallerden toplam 16 ödülle dönen, en son da geçen hafta Asya Pasifik ödülünün sahibi olan filmi “Tepenin Ardı” gösterilecek salon bulamıyor. 14 Aralık’ta gösterime girmesi beklenen filme sadece (yazıyla yedi) salon talip olmuş.
E düşünürsek salonların büyük bölümünün aynı noktadan yönetildiğini, Cinemaximum yetkilisi onay vermediği zaman zaten baştan yenik başlıyorsun vizyon macerasına.
Tabii ki biz son derece alışığız ödüllü filmlerin cezalandırılmasına. “Aman, ödülü mü var, uzak duralım” yaklaşımına... Ama artık bu kadarı da fazla değil mi? Dünyanın dört bir tarafında daha ilk filmiyle konuşulmaya başlamış genç bir yönetmen var karşımızda. Ve az filme nasip olacak kadar çok ödülü – övgüyü toplamış bir film. Onu göstermek bir prestij meselesi değil midir? Ayrıca emin olun, onu da bekleyen bir izleyici kitlesi var. O kitlenin sinemaya gitme hakkı yok mu artık?
Şu anki manzara: Hangi salona baksak “Moskova’nın Şifresi”, kafamızı çeviriyoruz “Dağ”. Onun dışında bol Amerikan aksiyonu... Seyirci bunu izler diye bizim adımıza karar veren televizyonlarımızdan farkı yok sinema salonlarının da artık çok şükür.
Tekelleşme tehlikesi (mi) var ne... Rekabet Kurumu ne düşünür acaba?
Ölüm oruçları sürecini anlamak için
Bu filmde ünlü starlar yok. Refik Ünal, Cafer Gürbüz, Çiğdem Kazan, Hüseyin Muharrem Gündüz, Aliekber Akkaya ve Delil İldan, ‘oyuncuları’. Parlak, tablo gibi görüntüler pek yok, gerçek o zaman ışıltılı olmuyor her zaman. Hele hele “Simurg”un yönetmeni Ruhi Karadağ, en karanlık gerçeklerden birine, ölüm oruçlarına çeviriyor kamerasını. İsimlerini saydıklarım, 1996 yılında ölüm oruçlarına katılmış altı mahkum. 69 günlük eylemden sonra Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanmışlar, konuşma, yürüme, günlük hayatı sürdürme güçlükleri yaşıyorlar.
Kamera, bu altı kişiyle birlikte 2000 yılındaki ölüm oruçlarını gün gün takip ediyor. Biz bunu 12 yıl sonra, daha yeni aynı tür bir süreçten geçmişken izliyoruz.
Çok çarpıcı kareler var filmde, insanın belleğinden çıkmayacak türden. Filmde ‘rol aldıktan’ sonra hayatını kaybetmiş gencecik insanlar var. Etkileyici olduğu su götürmez. Bir de kurgudaki dağınıklık aşılabilse, kimi bölümlerden feragat edilip derlenip toparlansa, zaten konunun kendisi insanın içine olanca çıplaklığıyla otururken bir de kurguyla duygusallaştırma çabasına girilmese unutulmaz bir film olabilirmiş.
Ama bir belgeselin, hem de böyle bir belgeselin sinemalarda gösterim şansı bulması önemli bir fırsattır, daha yeni geçirdiğimiz ölüm oruçları sürecine bir daha dönüp bakmak, düşünmek, anlamak için izlenmeli...