Nedir bu normal?
"Normal" sözcüğü sanırım hiçbir zaman hayatımızda bu kadar çok anlam yüklenmemişti. Bize göre olağan olan, bizim tercih ettiğimiz, bizim inandığımız şey “normal”di, onun dışında olanlar “anormal”di, normal olan iyiydi, nokta. Bakın, üzerine söylenecek fazla da söz yok. Ne zaman ki pandemi karşımıza “yeni normal” diye bir şey koydu, her şey ikiye ayrılmaya başladı, alışkanlıklarımızın kimisi “eski” normalde kalmıştı, artık yeni normale göre davranmalıydık. Sonra işte kontrollü normalleşme, kademeli normalleşme, çığırından çıkan normalleşme, yeniden eskiye dönen normalleşme şeklinde gitti gidiyor hayat. Normallerden normal beğenemezken belki de artık “Biri anlatsın hemen, nedir bu normal?” diye sormanın vaktidir. Bülent Ortaçgil 20 küsur yıl önce sormuş ama yeniden sormanın vaktidir, Nuri Harun Ateş’in nefis cover’ına kulak vererek. Bir soru ancak bu kadar yerinde ve zamanında sorulabilirdi.
Kendisine yakıştırdığı, ilk albümüne de isim veren “kafası karışık kontrtenor” tanımına rağmen pırıl pırıl netlikte bir kafaya ve müzikal tercihlere sahip olan Ateş, Ogün Dalka’nın düzenlemesiyle, Pasaj&Garaj Müzik etiketiyle çıkardı “Normal”i. Kapak resminde Engin Doğan’ın,kapak tasarımında Neslihan Bilge’nin imzası var.
Kendi besteleri bir yana (Geçen yıl Onur Haftası’nda çıkan “Ay” mesela, onu da dinlemenin tam zamanıdır) cover’ladığı parçalara da kendine özgü bir damga vuran bir müzisyen, Nuri Harun Ateş. Artık onun oluyor o şarkı, başka bir şey oluyor. “Normal” de öyle olmuş, sesine verdiği alaycılık da sözleri daha dikkatli dinleyip üzerine düşünmenize neden oluyor. Yetmedi mi? Şarkının İrfan Yıldırım imzalı klibinde alttan geçen ve “Keşke Zaytung haberi olsaydı” dedirten “son dakika” haberlerinin çoğu şu anda bizim “normal”imizi ifade etmekte. Beğenmediğiniz, “anormal” diye dışlamaya çalıştığınız kavramlara, kişilere, olaylara, tercihlere bir de bu gözle bakmak istemez misiniz?
Arkadaş kaybı ve devam etmeyen şov Her taşın altından çıkan sohbet, söyleşi programlarından, podcast’lerinden genel olarak sıkılan biriyim. Çoğu fazlasıyla ölçülü biçili geliyor, belki ondan. Zeynep Ocak’ın Kutsal Motor YouTube kanalında yayınlanan programları bunu istisnası. “Aşırı Ünlülerle / Prestijlilerle Kısa Görüşmeler”i mümkünse kaçırmıyorum. Rahatlığına da karşısındakiyle kurduğu sahtelik taşımayan yakınlığa da bayılıyorum. Belli ki gelen konuklar da bayılıyor ki kimsenin kasılmadığı bir yayın izliyoruz. Ayrıca lafını hiç sakınmıyor, konuşurken falanca çok ünlü yönetmen ya da mühim yapımcı kızar mı diye düşünmüyor ve bunu nezaketle yapıyor.
Bir de Algı Eke ile birlikte yaptıkları “O Yakıcı Bakışlar” programı vardı ki maalesef geç izlemeye başlamıştım. İki kadın oturup belirledikleri bir konu etrafında konuşuyorlar, diyelim “fobiler” ya da “utanç”, “pişmanlıklar”, “gece hayatı” vs. O programın bir editörü vardı, hep adı geçen, çok yakın arkadaşları olan, Anıl Ölçer. Onu mart ayında kalp krizi sonucu kaybettiler. O günden bugüne neredeyse hiç ses çıkarmadıktan sonra da dün Anıl Ölçer’e adadıkları final bölümüyle seyirciye veda ettiler.
Sevilen birinin kaybı üzerine yapılmış bu kadar etkileyici, hüzünlü ve zarif çok az şey izledim. Onu ne kadar çok sevdiklerini derinden hissediyorsunuz, kayıp ve yas üzerine aklınıza bile gelmeyen ya da çok yakın birini kaybettiyseniz hissedip kendinize sakladığınız bir sürü cümle duyuyorsunuz. Sevdiğiniz biri gittiğinde hayatın devam etmesi ne kadar sinir bozucu, arkadaş kaybı ne demek, 40 yaşında en yakın arkadaşsız kalmak ne demek, bütün ağırlığıyla içinize oturuyor. “Şov devam eder, onun anısını yaşatacağız” gibi samimiyetsizliklere kapılmayan, hayat onsuz devam etse bile ruhunu onun şekillendirdiği bir program edemez diyen birilerini görmek bile başlı başına iyi geliyor insana.