Mükemmel uyumun peşinde
Romantik komedilerin hemen hemen her kız çocuğunun hayatını etkilediği, ya da daha gerçekçi ifade etmek gerekirse her kız çocuğunu zaman kaybettirecek hayallere sürüklediği bir dönem olur. Hele 90’larda bütün o Meg Ryan’ların, Julia Roberts’ların, Hugh Grant’lerin cirit attığı tozpembe dünyayı izleyerek büyüdüysen hayatı da gerçek aşkı bulduğun an başlayacak olan bir macera olarak görmen işten değil. O halde ilk ve tek hedefimiz ne? Mükemmel uyumu yakalayacağımız öteki yarımızı bulmak. O kutlu güne kadar eksiğiz, yarımız, acınası haldeyiz. Ama umudumuz var, ruh eşimiz bizi bir yerlerde beklemekte, onu bulduğumuz an sonsuz mutluluğun kapıları açılacak önümüzde ve “dünya evine” gireceğiz. Bu sırada içinde yaşadığımız saadet yuvasında en iyi ihtimalle birbirine fazla bulaşmadan yaşayıp giden anne babaya bakıp hiç şüphelenmiyor olmamız da enteresan. “Mükemmel uyum buysa çok mersi, almayayım ben” demiyoruz, hala bir şey ya da neredeyse her şey bizi bunu hayal etmeye zorluyor. Neyse ki şimdiki nesil daha çok bilimkurgularla, polisiyelerle, psikolojik gerilimlerle falan haşır neşir de o kadar karışmıyor kafaları. Hugh Grant’i de beyaz atlı prens olarak değil Nicole Kidman’ın “The Undoing”deki hiç de göründüğü gibi olmayan sorunlu kocası olarak tanıyor olmaları kuvvetle muhtemel.
Cihangir Akademi’nin Pınar Göktaş’ın yazıp oynadığı, Şule Ateş’in yönettiği oyunu “Böyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur” ise onu tam da en romantik, en mükemmel, en rüyalara layık olduğu dönemde; 1999 yapımı “Notting Hill”de izlemiş bir ergenin büyüme hikâyesini anlatıyor. Julia Roberts ile Hugh Grant’in arasındaki “mükemmel uyum”dan etkilenerek kendi Hugh Grant’ini arama hikâyesi de diyebiliriz. Henüz 12 yaşında olduğu için ilk mükemmel sevgili adayını beden eğitimi dersinde amuda kalkarak tavlamaya çalışıyor, sonrasında metalci dinleyenle metalci, devrimciyle en devrimci olarak istikrarlı bir şekilde çalışmalarını sürdürüyor. Hep bir şekilde hüsrana uğradığını ama gerçek bir savaşçı gibi yılmadığını söylememe gerek yok herhalde. Bu sırada bir yandan bir kız çocuğunun büyüyüp hayatı, kendisini, bedenini ve cinselliği keşfedişine tanık oluyoruz. Samsun’da başlayıp İstanbul’daki konservatuvar yıllarında devam eden yolculuğa gerdan kırıp bel büken stardan çaktırmadan durmuş oturmuş aile babasına evrilmekte olan Tarkan’ın şarkıları eşlik ediyor.
Pınar Göktaş’ın pandemi öncesinde başlayan tek kişilik gösterisini 8 Mart haftasında YeniPerform’da Zoom’dan izleme imkânı buldum. Önce şunu söylemek isterim ki umarım çevrimiçi sonra da yine sahnede tabii - olarak seyirciyle buluşmaya devam eder. Çünkü ha bire kadınlara dair doğru bilinen yanlışları düzeltmeye çalışmaktan canımızın çıktığı bir dönemde böyle cesur, samimi bir tanıklık şahane bir şey. Hayır, ideal eşini bulup evlenmek bir mutluluk yolu değil, hayır, kadınların dünyaya gelme amacı eş ve anne olmak değil, seçilecek pek çok başka yol var erkekler için olduğu kadar kadınlar için de. Böyle söyleyince çok kuru kalıyor işte. Hâlbuki Pınar Göktaş öyle tatlı, öyle komik anlatıyor ki hem bir kadın olarak kendinle bir sürü paralellik kuruyorsun hem de içten içe düşünüyorsun, o ille de uyum yakalayacağım diye inat edilen zamanda neler yapılabilirdi? Pınar Göktaş oyun yazmış işte. Çok da güzel olmuş, bazı şeylerin bağırıp çağırmadan, öfkelenmeden, erkeklere de sopa sallamadan söylenmesi daha etkili oluyor. Kadınların isteseler de anlayamayacakları birer muamma olduğuna inanarak işin kolayına kaçan erkeklerin de izlemesinde fayda var yani. Göreceksiniz hiç zor değil, hem de eğlenceli.