Milliyet Sanat »Yazarlar » Asu Maro | Kırmızılı pardesülü kadını beklemeyin
Kırmızılı pardesülü kadını beklemeyin
02 Nisan 2013 - 10:04 | Jeremy Irons, "Lizbon'a Gece Treni / Night Train to Lisbon" filminin başrolünde.Bille August’un Pascal Mercier’nin romanından uyarladığı film ‘Lizbon’a Gece Treni’ “Hayatımın o kritik anında o yolu değil de ötekini seçseydim, ne olurdu?” ve “Yaşadığım hayattan memnun muyum? Değilsem onu değiştirmek için çok mu geç?” gibi sorular bırakıyor insanda
‘32’nci İstanbul Film Festivali’nin ilk hafta sonu bitti, geriye ne kaldı derseniz, önce Emek protestosu derim. Emek Sineması’nın yokluğu film izlemeye orada başlamış birkaç kuşak için her zaman hissedilir bir eksiklik ama festival zamanı iyice ağırlaşıyor durum. Atlas Sineması’na doğru yürürken o şimdi kapkaranlık olan sokağa bakmaya içi el vermiyor insanın. Tekrar etmenin anlamı yok belki ama sinemanın kalbi orada atardı bir zamanlar nisan ayında. Onca insan gelip Emek’in kapılarını kırıp şimdi bir şantiye olan güzelim salonda “Emek bizim” diye bağırıyorsa, işsiz güçsüzlükten canları sıkılıp ne yapacaklarını bilemediklerinden, kendilerine bir eğlence aradıklarından değil. Bazı insanlar böyle oluyor, yaşadıkları kentin değerlerinin yok olup gitmesine kıyamıyor, içleri acıyor. Biliyorum kimilerine anlaşılmaz geliyor bu ama deneyiniz lütfen.
Bana bir de bu hafta sonundan şiir gibi bir film kaldı: ‘Lizbon’a Gece Treni’. Bille August’un Pascal Mercier’nin romanından uyarladığı film, yönetmenin sonradan seyirciyle sohbet ederken söylediği gibi, şöyle bir soru bırakıyor insanda: “Hayatımın o kritik anında o yolu değil de ötekini seçseydim, ne olurdu?” Ve bir diğer soru daha: “Yaşadığım hayattan memnun muyum? Değilsem onu değiştirmek için çok mu geç?”
Gizemli ve gerilimli bir film
Biliyorum, böyle sıralayınca binlerce ‘kişisel gelişim’ kitabından, Ferrarisi’ni satanlardan filan söz ediyormuşum gibi oluyor. Öyle değil ama. Çünkü ‘Lizbon’a Gece Treni’, her şeyden önce çok etkileyici bir atmosfere sahip, sürükleyici, gizemli ve gerilimli bir film. Geceleri oturup kendi kendine satranç oynayacak kadar yalnız İsviçreli bir edebiyat profesörü Raimund’un başına o sabah okula giderken sıra dışı bir şey geliyor: Yağmurlu bir havada kendisini köprüden atmaya hazırlanan kırmızı pardösülü bir genç kadın. Biliyorum, bu da yeterince klişe görünüyor göze. Tamam, belki de filmimizin sırrı bütün o klişelerin çok ustaca bir araya getirilmesinde. Raimund kadını kurtarıp beraberinde sınıfa götürüyor önce. Sonra da onun, daha doğrusu ardında bıraktığı pardösünün cebinde bulduğu kitabın izini sürüp Lizbon’a giden trende buluyor kendisini.
Trene filan binmeyiniz
Kitap, Salazar döneminde yaşamış Amadeu adlı bir Portekizli şair-yazar-doktora ait. Raimund Amadeu’nun ve direnişçi arkadaşlarının yaşam öyküsünü öğrenmeye başlıyor bir puzzle’ın parçalarını bir araya getirir gibi. Ve gittikçe onlarınkinin yanında kendi hayatı daha da anlamsız ve sıkıcı görünüyor gözüne.
Raimund’u Jeremy Irons oynuyor, Amadeu’yu Jack Huston. Onun dışında Charlotte Rampling’i, Bruno Ganz’ı, Lena Olin’i irili ufaklı rollerde görmek gibi bir şansa sahibiz. Ama filmin başrolünde kesinlikle Lizbon var. Çıkarken sizde uyanacak duygular şunlar olabilir: Bir, “Ben halimden memnunum, ne mutlu, çok heyecanlı, maceralı, anlamlı bir hayat sürüyorum, hiç gerek yok değişikliğe filan” diyebilirsiniz. Bu durumda aynı yoldan gidiniz, trene filan binmeyiniz.
İki, “Ben bu hayattan çok sıkılıyorum ama evet ya, hiçbir zaman geç değil, Raimund 60’ında yapıyorsa her yaşta yapılır radikal değişiklikler” diyebilirsiniz. Bu durumda önerim köprünün üzerinde kırmızı pardösülü bir kadın görmeyi beklemeden harekete geçmeniz olur. Artık otobüse mi binersiniz, trene mi; Lizbon mudur istikamet, Güney mi, onu bilemem. Ama bedeli ileride bir gün “O zaman acaba şu adımı atmaya cesaret etseydim bambaşka bir hayatım olur muydu?” diye hayıflanmak olacaksa, bugünü kaçırmamalı insan. ‘Lizbon’a Gece Treni’ bugün saat 13.30’da Feriye’de, işe onu görmekle başlayın bence.
‘32’nci İstanbul Film Festivali’nin ilk hafta sonu bitti, geriye ne kaldı derseniz, önce Emek protestosu derim. Emek Sineması’nın yokluğu film izlemeye orada başlamış birkaç kuşak için her zaman hissedilir bir eksiklik ama festival zamanı iyice ağırlaşıyor durum. Atlas Sineması’na doğru yürürken o şimdi kapkaranlık olan sokağa bakmaya içi el vermiyor insanın. Tekrar etmenin anlamı yok belki ama sinemanın kalbi orada atardı bir zamanlar nisan ayında. Onca insan gelip Emek’in kapılarını kırıp şimdi bir şantiye olan güzelim salonda “Emek bizim” diye bağırıyorsa, işsiz güçsüzlükten canları sıkılıp ne yapacaklarını bilemediklerinden, kendilerine bir eğlence aradıklarından değil. Bazı insanlar böyle oluyor, yaşadıkları kentin değerlerinin yok olup gitmesine kıyamıyor, içleri acıyor. Biliyorum kimilerine anlaşılmaz geliyor bu ama deneyiniz lütfen.
Bana bir de bu hafta sonundan şiir gibi bir film kaldı: ‘Lizbon’a Gece Treni’. Bille August’un Pascal Mercier’nin romanından uyarladığı film, yönetmenin sonradan seyirciyle sohbet ederken söylediği gibi, şöyle bir soru bırakıyor insanda: “Hayatımın o kritik anında o yolu değil de ötekini seçseydim, ne olurdu?” Ve bir diğer soru daha: “Yaşadığım hayattan memnun muyum? Değilsem onu değiştirmek için çok mu geç?”
Gizemli ve gerilimli bir film
Biliyorum, böyle sıralayınca binlerce ‘kişisel gelişim’ kitabından, Ferrarisi’ni satanlardan filan söz ediyormuşum gibi oluyor. Öyle değil ama. Çünkü ‘Lizbon’a Gece Treni’, her şeyden önce çok etkileyici bir atmosfere sahip, sürükleyici, gizemli ve gerilimli bir film. Geceleri oturup kendi kendine satranç oynayacak kadar yalnız İsviçreli bir edebiyat profesörü Raimund’un başına o sabah okula giderken sıra dışı bir şey geliyor: Yağmurlu bir havada kendisini köprüden atmaya hazırlanan kırmızı pardösülü bir genç kadın. Biliyorum, bu da yeterince klişe görünüyor göze. Tamam, belki de filmimizin sırrı bütün o klişelerin çok ustaca bir araya getirilmesinde. Raimund kadını kurtarıp beraberinde sınıfa götürüyor önce. Sonra da onun, daha doğrusu ardında bıraktığı pardösünün cebinde bulduğu kitabın izini sürüp Lizbon’a giden trende buluyor kendisini.
Trene filan binmeyiniz
Kitap, Salazar döneminde yaşamış Amadeu adlı bir Portekizli şair-yazar-doktora ait. Raimund Amadeu’nun ve direnişçi arkadaşlarının yaşam öyküsünü öğrenmeye başlıyor bir puzzle’ın parçalarını bir araya getirir gibi. Ve gittikçe onlarınkinin yanında kendi hayatı daha da anlamsız ve sıkıcı görünüyor gözüne.
Raimund’u Jeremy Irons oynuyor, Amadeu’yu Jack Huston. Onun dışında Charlotte Rampling’i, Bruno Ganz’ı, Lena Olin’i irili ufaklı rollerde görmek gibi bir şansa sahibiz. Ama filmin başrolünde kesinlikle Lizbon var. Çıkarken sizde uyanacak duygular şunlar olabilir: Bir, “Ben halimden memnunum, ne mutlu, çok heyecanlı, maceralı, anlamlı bir hayat sürüyorum, hiç gerek yok değişikliğe filan” diyebilirsiniz. Bu durumda aynı yoldan gidiniz, trene filan binmeyiniz.
İki, “Ben bu hayattan çok sıkılıyorum ama evet ya, hiçbir zaman geç değil, Raimund 60’ında yapıyorsa her yaşta yapılır radikal değişiklikler” diyebilirsiniz. Bu durumda önerim köprünün üzerinde kırmızı pardösülü bir kadın görmeyi beklemeden harekete geçmeniz olur. Artık otobüse mi binersiniz, trene mi; Lizbon mudur istikamet, Güney mi, onu bilemem. Ama bedeli ileride bir gün “O zaman acaba şu adımı atmaya cesaret etseydim bambaşka bir hayatım olur muydu?” diye hayıflanmak olacaksa, bugünü kaçırmamalı insan. ‘Lizbon’a Gece Treni’ bugün saat 13.30’da Feriye’de, işe onu görmekle başlayın bence.
Etiketler: Asu Maro Bille August Charlotte Rampling Christopher Lee Emek festival film İstanbul Jack Huston Jeremy Irons Lizbona Gece Treni Melanie Laurent Night Train to Lisbon Pascal Mercier protesto sinema