Kara Cuma’larda kimi azarlıyoruz?
Emin değilim, sanırım efsane ve kara cumaların sonuna geldik, indirimler silsilesi şimdilik bitti. Emin olmamam şundan; ben ilk “yüzde şu kadar - yüzde bu kadar” işaretlerinin ortalığı sardığı “cuma”da “Hah malum indirim dönemi geldi” sanmıştım, meğer o öncüymüş, daha alışveriş cumalarının en “kara”sı yoldaymış, katlandı indirimler.
Neyse, dediğim gibi muhtemelen artık hepsi sona erdi. Her açtığımız siteden bir “patlangaç” fırlamayacak önümüze. “Gerçekten bu son şansım mıdır acaba? Ve gerçekten o son indirim yüzde 50’ye ‘varmış’ mıdır?” diye korka korka basmayacağız “tıkla” linkine. Ama daha önemlisi birileri birilerini azarlamayacak. En azından bu sebeple. Yoksa biriken tüm öfke ve gerginliğimizi asıl sebepler ve müsebbipler yerine sosyal medyada tanımadığımız insanlara yönlendirme alışkanlığımızda değişen bir şey olmayacağı açık.
Şimdi bir tahmin yürütelim, kim kolluyor olabilir bu indirim günlerini? Kim bekliyordur bir tane kazak, bir tane çizme, bir tane tencere (Hatta tuvalet kağıdı, deterjan, bebek bezi) falan almak için “kara cuma”ların gelmesini? Herhalde evinde bunlardan onlarca bulunan kişi olmasa gerek, değil mi? Onlar zaten ihtiyaç duydukları anda günlerden nedir bakmadan mağazaya markete gidip alıyorlar alacaklarını. “Artık kara cuma olmasın. Bendeki bana yeter” paylaşımı yapan Nil Karaibrahimgil de değildir kuşkusuz. İsyan ederken samimi olduğundan eminim, ondaki ona yetiyordur. Kara cuma gelsin de kendime bir pantolon alayım diyen kişi, alım gücü sınırlı olan kişi. Dolayısıyla “Gelmeyin kapitalizmin bu oyunlarına, alet olmayın tüketim çılgınlığına” falan diyenler kendilerince haklı olmakla beraber sadece onlara akıl vermiş, onları azarlamış oluyor. “Tüketim çılgınlığı”nın muhtemelen en son müsebbiplerini. Keşke mümkün olsa da gelmese o “çılgınlığa” insan.
“Sıfır Telaş”, bol enerji
Günlerden bir cumaydı (evet kara bir cuma), her taraf insanın içini karartan haberlerle doluyken Cihangir Atölye Sahnesi’nden içeri girdim. Bir kere burada dışarıdakinden daha “gerçek” bir hayat var, Arzu Gamze Kılınç ve Muhammet Uzuner tarafından kurulan konservatuvar pek çok olumsuzluğa direnerek yaşamaya, gençlere umutlu bir gelecek yolu açmaya devam ediyor.
Sahnede ise bu akşam çok yetenekli, çok enerjik bir oyuncunun tek kişilik oyunu var: “Sıfır Telaş”. Onur Özaydın’ın kendi yazdığı oyun, Gelibolu’da yerel bir radyonun stüdyosunda geçiyor. Yamaç, gece yarısı program yapan bir radyocu. Gelibolu’da bulunma sebebi, yaşlı ve hasta dedesine yakın olmak. Bir tarafta bu ayakları yere basmayan çocuk - adamdan bezmiş bir karısı ve babasını radyodan takip eden bir kızı var. Diğer tarafta para pul, kalacak yer gibi yaşamsal dertleri. Biz de hem Yamaç’ın radyo programına konuk oluyoruz hem de hikayesini dinliyoruz. Arada bir iki şarkı da çalıyor gitarı alıp ki zaten Özaydın iki şarkısını tekli olarak yayınlamış bir müzisyen, aynı zamanda.
Oyunu Doğu Yaşar Akal sahneye koymuş. Dediğim gibi metin oyuncunun kendisine ait ve biraz hikayenin neresine odaklanacağına karar verememiş durumda. Dolayısıyla seyirci de tam bilemiyor bunu. Fakat Onur Özaydın’ın kendisi o derece renkli bir odak noktası, o kadar parlak bir oyuncu ki anlattığı şeyin peşine takılıp gidiyorsun. Sonra da bir hayli gülmüş ve için açılmış olarak çıkıyorsun.
Tek kişilik dedim oyuna ama arada telefonla devreye giren sesler var; bir tanesi Haluk Bilginer mesela. Yamaç’ın karısı Sanem’in o anki bütün duygusunu, bezginliğini, şefkatini sesiyle şahane şekilde aktaran Özlem Zeynep Dinsel ya da. Bir de öyle bir dede heykeli var ki, sahnede tek oyuncu var demezsiniz. (Tasarımı yapan Arzu Türk, makyajını yapan Özdemir Egemen.)