Film gibi 40 yıl
Nisan ayı demek İstanbul Film Festivali demektir. “Sinema günlerinin başlamasını” sevinçle karşılayan bir ailede büyümüş bir çocuk olarak neredeyse kendimi bildim bileli mevcut bu bilgi bende. Şöyle bir düşününce bir sürü görüntü geliyor gözümün önüne. Ablamın çantasında daha çıktığı gün beliren festival kitapçığı ile çizelgesi (Emek, Sinepop ya da Atlas gişesinden alınırdı, özenle incelenir, ona göre plan program yapılırdı), annemlerin iş çıkışında bazen beni de götürdükleri filmler, iki film arasında yemek yediğimiz Bab Kafeterya. Lisede başlayan kendi festival maceralarım, bir günde en fazla filmi kim izleyecek yarışmaları, bilet almak için AKM önünde sabahlamalar, ortaklaşa doldurulan formlar, “Bakalım bu filme bilet çıkacak mı, çıkmayacak mı” heyecanlı bekleyişleri, okulu kırıp gittiğimiz filmde annemle babama yakalanmalar, Kaktüs’te, Pia Sarı Kahve’de, Caffinet’de, Caddei Kebir’de iki film arasında içilen, hepimizin eleştirmen kesildiği kahveler, çaylar. Bütün bu hatıraları da sarmalayan sapsarı, canlı bir ışık var nedense. Neden olduğu belli tabii aslında, nisan ayı, günlük güneşlik hava ve biz karanlık sinema salonlarındayız. Bir çıkıyoruz, gün ışığı kamaştırıyor gözümüzü. Benim için tam budur festivalin hissi. Ya Atlas’ın ya Emek’in kapısından çıktığım an gözümü alan ve yüzümü ısıtan güneş.
Bütün bunların hayatımızdan nasıl birer birer çıktığını kırk yıl daha konuşabiliriz maalesef. Ama neyin “kaldığına” bakarsak, İKSV’nin düzenlediği İstanbul Film Festivali 40 yaşına gelmiş ve hâlâ ayakta, bir kez daha nisan demek festival demek olacak. Onlar “FilmGibi40Yıl” etiketini kullanmışlar, benim festivale dair kendi filmim de böyle bir şeydi. İçinden Pasolini’ler, Bergman’lar, Rohmer’ler, Kieslowski’ler, Greenaway’ler geçen, keşiflerle dolu bir film.
Bugüne gelirsek, 40. festival pek çok şey gibi şakalara da hasret kaldığımız bir dönemin orta yerinde, 1 Nisan’da filmonline.iksv.org adresinde çevrimiçi olarak başlayacak önce. Buna mayıs-haziran aylarında sinema salonları ve açık hava sineması eklenecek. 20-29 Mayıs arası ulusal yarışmalara, 18-29 Haziran’da Uluslararası Yarışma’ya kavuşacağız. Yine bildiğimiz ve bilmediğimiz yönetmenler, klasikler, yeni keşifler, başyapıtlar, kült filmler izleyeceğiz. Güzel yani, güneş bir göstermeye başladı yüzünü sanki.
Şahane afişlerin tasarımcısı
Geçmişe dönünce unutamadığım festival afişlerini de hatırladım. Bu yılkilere de özellikle bayıldım. Festivalin 40 yıldır sinema sanatçılarını, yönetmenleri ve izleyicileri birleştiren yapısından ilham alan üç farklı afişi Londra’da yaşayan kolaj sanatçısı Selman Hoşgör tasarlamış. Claire Denis ile Şener Şen’in, Agnes Varda ile Cüneyt Arkın’ın, Alfred Hitchcock ile Türkan Şoray’ın yüzlerini birbiri içine geçiren afişler bunlar. Sonra gittim, Apple’dan Bulgari’ye dünyaca ünlü markalara, The Economist’ten Vogue’a, GQ’dan The Guardian’a pek çok yayına kolajlar tasarlayan Selman Hoşgör’ün sitesinde (http://www.selman-hosgor.com/) diğer işleri arasında kayboldum. 1987 doğumlu. Kadir Has Üniversitesi Grafik Tasarım bölümünde lisans eğitimini tamamlamış, Londra Central Saint Martins’de illüstrasyon ve tipografi üzerine eğitim almış. İnanılmaz şaşırtıcı, yaratıcı ve rengârenk bir dünyası var, takip etmenizi öneririm.