Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Postmodern bir kabus
Ocak 2019
Postmodern bir kabus
Daniel Kehlmann’ın novellası “Gitmeliydin”, yıpranmış bir evliliğin ortasında yeni senaryosunu yazmayaçalışan başkarakterin kiraladığı bir dağ evinde başından geçenlere odaklanıyor.
Özgür Menemencioğlu
Açılışı enfes bir Alman Alpleri manzarası ile yapalım. Dar bir yoldan yukarıya doğru tırmanan
bir araba. Arabayı kadın kullanıyor. Arkada 4 yaşlarında bir kız çocuğu. Kadın ve erkek saçma bir sebepten tartışsın. Adam ‘yazar tıkanması’ yaşayan bir piyasa senaryo yazarı olsun, kadın da biraz
geçkince olduğu için eskisi kadar rol teklifi alamayan, kendini kocasından üstün gören kibirli bir aktris. Yeni bir sayfa açmak (yeni bir not defteri kullanmak?) ve yeniden yazabilmek için Airbnb’den bir dağ evi kiralamış olsunlar. Tanıdık geldi mi? Hatta çekim yapan helikopterin gölgesi bile vurmuş olabilir dağın yamacına.
Daniel Kehlmann, 30’lu yaşlarının başında; doğabilimci Alexander Van Humbolt ve matematikçi Carl Gauss’u bir araya getiren romanı “Dünyanın Ölçümü,” ile dünya çapında ün kazanmış, eserleri 40 dile çevrilmiş Alman/Avusturyalı yazar. Almanca konuşulan bölgede edebiyat dünyasının yeni süperstarı olarak değerlendirilen Kehlmann’ın 2017’de basılan novellası “Gitmeliydin” Ayça Sabuncuoğlu çevirisi ile raflarda.
Hediye gönye
Klasik bir sorunlu, kavgalı, gürültülü yıpranmış bir evlilik içinde; çocuk sorumluluğu ile nasıl baş edemeyeceğini bilemeyen yazar baba, ilk senaryosu olan “Besties” ticari başarı kazanmasına karşın
devam senaryosu “Besties 2”yi yazmakta zorlanmaktadır. Bunun için kiraladıkları dağ evinde yeni bir başlangıç yapmak ister ve iki yakın kız arkadaşın rekabete dönüşen ilişkisini anlatan senaryosunun
yanı sıra, yaşadığı diğer her şeyi -biraz da dünyevi işlerden kaçmak için- temiz bir not defterine yazmaya başlar.
Derken evde garip olaylar olmaya başlar; defterde kendisinin yazmadığı bazı cümleler belirir. Yazar içlerinde bulunduğu evin değiştiğini, uzadığını, kısaldığını, olmayan kapıların ve tabloların belirdiğini, kapıların başka odalara açıldığını görmeye başlar. Gördüğü iç içe geçmiş ürkütücü rüyaların bazılarında kaçtığı kişi çirkin bir kadın, bazılarında ise kendi görüntüsüdür.
Alışveriş için gittiği köydeki bakkaldan o evin neredeyse yüzyıllardır orada olduğunu yeniden yıkılıp yapıldığını, işletmecisinin -sahibinin değil- tanınmadığını, bilinmediğini öğrenir. Bakkal ona
hediye olarak bir gönye verir. Bakkala alışveriş için gelen yaşlı kadın ona ‘derhal vakit kaybetmeden gidin’ der.
Tüm korku hikayelerinde alışılageldiği gibi, başımızın belada olduğuna dair işaretler yazarın yüzüne yüzüne çarpılsa da yazar bunları yok saymaya; olan biteni kafasında bir mantık çerçevesinde oturtmaya çalışır. Kabullendiğinde ise artık her şey için çok geçtir.
Belagatten uzak
Her şey olup bittikten sonra yazarın not defterinin bulunması fikriyle ortaya çıktığını düşündüğümüz bu 70 sayfalık novella; bu kadar fazla kullanılan, yıpranmış klişe bir konuyu son derece ekonomik, sade, belagatten uzak; -hatta mesafeli ve zarifçe- ele alıp özellikle ikinci yarıdan itibaren inanılmaz yükselen temposuyla metafizik bir dehşet yaratmayı başarıyor.
Evet novellanın ana konusu Stephen King ve Stanley Kubrick’in “The Shining”ine benziyor ancak kahramanımız, Jack Torrence’tan farklı olarak kibar bir Alman kentsoylu. Benzerlik o kadar belli
ki yazar ile karısı arasındaki bir konuşmada kitap ve film referans veriliyor.
Metafizik gotik korku türünün iyi bir okuru olarak (anlaşılan Kehlmann da öyle) etkilendiğim şey, yazarın az kelime ve hafif bir dille dehşetin temposunu arttırmaktaki becerisi. novella aslında
yazarın her şeyi kaydettiği bir defter formunda olduğu için yarım kalan cümleler bu dehşet duygusunu besliyor. Hikayenin sonunda nefes nefese kalıyorsunuz. (Almanca ve Türkçe gibi cümle yapısı ve fiilin cümledeki yeri farklı olan dillerde yarım kalmış cümleleri dehşet duygusunu
kaybetmeden yansıtan Ayça Sabuncuoğlu da nitelikli bir çeviri yapmış.)
Kehlman’ın alametifarikası
Popüler bir konu olan başkasının cep telefonunu kurcalayınca öğreneceğin şeyler üzerinden tetiklenen hikaye ikinci yarıda hızlıca paralel aynalı koridorlar, döngüsel cehennemler, hep aynı
odaya açılan kapılar, boyutlar içindeki bir cehennemde sıkışmak ve bunu kabullenmek üzerine bir hikayeye dönüşüyor. Bu hikayenin içinde bebek telsizinden görünen görüntü gibi ucuz numaralar da
var kendini izleyen kişinin aslında kendi olduğunu ve onun kendini yarattığını fark etmek gibi varoluşsal dehşet de. İşin güzel yanı bu sırıtmıyor ve Kehlmann’ın ekonomik, akıcı ve parlak yazarlığı ile bir tür bayağılıktan kurtuluyor.
Kitabı kıskançlık ve paranoyadan kaynaklı bir delirme hikayesi, yazarın gördüğü iç içe geçen rüyalardan en uzun olanı, eski çağlardan beri var olan ve bizim anlayamadığımız sırlar içeren bir
arazi üstündeki lanetli bir evde geçen başka bir boyuta hapsolma hikayesi olarak değerlendirebiliriz. Türün meraklısı ya da Kehlmann hayranı değilseniz yazarın yolculuğuna başlamak için doğru kitap olmasa da, çok bilinen, çok sevilen çok üretilmiş bir tür içinde postmodern bir yorum olarak güzel bir 40-50 dakika geçireceğinizin garantisini verebilirim. İyi bir yarı korku yarı bilim kurgu hikayesi bu.
“Dünyayı Ölçmek”te Van Humboldt ile konuşan Gauss’un sözü ile bitirelim: “(...) Akıl hiçbir şeyi biçimlendirmez ve az şeyi anlar. Uzam eğilip bükülür ve zaman genleşir. Bir doğru çizen ve bunu uzattıkça uzatan, bir an gelir yine çıkış noktasına ulaşır… Dünya üstünkörü hesaplanabilir, ama bu demek değildir ki herhangi bir şey anlaşılır…’’ Belki de anlayabilmek için bir gönyeye ihtiyacımız
vardır.