Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Gönül gözüyle görmek
Aralık 2018
Gönül gözüyle görmek
Ağar’ın ilk romanı “Gör”, yeni doğmuş bebeği bekleyen iyi ve kötü olaylardan oluşurken duygu yoğunluğu yüksek yan hikayeler de başka hayatlara kapı aralıyor.
İyilerin tamamen iyi, kötülerin tamamen kötü olduğu bir dünya… Bu şekilde algılamanın rahatlatıcı bir yanı var belki de tragedyalarda ya da masallarda da böyle resmedilmez mi dünya? Salih Ağar’ın ilk romanı “Gör” de aynı yaklaşımla kaleme alınmış. “Beyni iğrenç düşüncelerle dolu” bir anne, ki yazar ona Günah diye sesleniyor roman boyunca ,yedi çocuktan sonra istemeden hamile kaldığı bebeğini yağmurlu bir günde çöpün yanına bırakıp kaçar. Günah’ın kocasına da Nemrut adını takmış yazar, sorumsuz, kötü niyetli biri. Kedisine süt ve eve ekmek almak için dışarı çıkan, bütünüyle iyi bir insan olarak resmedilen Adile Teyze de bebeği bulup evine götürür: “Sokağın sonunda kulaklarını iyice geriye yaslamış, çöplere bakan kedisini gördü. İyice yaklaştı ve bir hareket sezdi. Önce gözlerine inanamadı. Yarım yamalak sarılmış bir bebek, yüzü morarmayla kızarmayla arasında kararsız kalmış bir renkte kendisine dönüktü. Bebek sadece ağzını açıp kapıyor ama ses çıkartamıyordu. Suyundan edilip karaya sürgüne gönderilmiş bir balık gibiydi. Son nefeslerinin hesabını tutan bir hali vardı.”
“Herkes kendi doğrusuyla”
Romanın ana aksı, bebeği bekleyen iyi ve kötü olaylardan oluşurken duygu yoğunluğu yüksek yan hikayeler de başka hayatlara kapılar aralıyor. Bu hayatlardan görme engelli Semiha’nın dramına ya da küçük çocuklarına artık bir daha göremeyeceğini söyleyemeyen anne ve babanın yaşadığı zorluklara tanık olduktan sonra, görme engelliler okulunun öğretmeni Metin gibi iyi kişilerin varlığı rahatlatıyor insanı: “Metin Öğretmen de afiyetle ve keyifle çayını yudumlarken bir yandan da aklından şu düşünce geçiyordu: Bu çocuklar da yaşıtları olan tüm çocuklar gibi her şeyin en iyisine layıktı. Çünkü onlar ne kimseden eksiktiler ne de kimseden fazla. Bu hayatın içerisinde onlar da herkes kadar vardılar.”
Doğar doğmaz sokağa terk edilen Cenk, Adile Teyze tarafından ölmekten kurtarılır ama aynı zamanda bu küçük bebek Adile Teyze’ye de yaşama sevinci ve amacı verir. Adile Teyze’nin kızı Yeliz, ilkokul öğretmeni ve annesi gibi iyi kalpli biri. Spinoza’nın “Öfkelenme, anlamaya çalış” sözünü yaşam felsefesi olarak benimsemiş olduğunu görürüz. Tuğçe adında, öksüz ve yetim öğrencisiyle ilgilenişi, onu okula getiren dedesi ve ninesiyle sohbeti duygu doludur. Tıpkı görme engelli çocuklarına artık bir daha göremeyeceğini söyleyemeyen anne baba gibi, dede ve nine de torunlarına anne ve babasının öldüğünü bir türlü söyleyemez. Yeliz, annesi Adile Teyze’nin sokakta bulduğu ve gizlice baktığı bebeğe yönelik ilgisini, Tuğçe’yi tanımasından dolayı anlayışla karşılar. Adile Teyze, bebeğe sahiplenişini şöyle açıklar kızına: “Bak kızım, bu sabinin yerinde sen de olabilirdin, ben de olabilirdim. O zaman sen veya ben, bu savunmasız halimizle, bize ne yapılmasını ya da nasıl davranılmasını isterdik? Ölüme terk edilmek hoş olur muydu?” Devamında anlatıcı, Adile Teyze’nin yaşama bakışını şu cümlelerle özetliyordu, Nietzsche’yi anarcasına: “Doğru, dünyada tekti ancak her insanın bir doğrusu vardı. Bu yüzden milyarlarca doğru var demekti. Herkes de kendi doğrularıyla yaşayıp giderdi.”
Mesajlarla dolu bir kitap
Romanın önemli yanlarından biri, görme engellilerin yaşadıkları sorunlara yönelik dikkat çekici ayrıntılara yer vermesi; iç dünyaları, aile ve toplumla ilişkileri üzerinden. Görülmek istenmeyen gerçekleri göstererek çözüm yolları için umut verici olmayı hedeflemiş yazar.
Yazarın ‘gör’ dediği her şey, gözden çok kalbe odaklı. Hissetmek, görmeyi anlamlı kılıyor; ‘gönül gözü’ olmaksızın iyi biri olmak imkânsız.