Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Polisiyenin en güzel abisi: Ahmet Ümit
Aralık 2013
Polisiyenin en güzel abisi: Ahmet Ümit
Yeni romanı “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”yle okurlarını yeniden Başkomiser Nevzat eşliğinde Tarlabaşı sokaklarındaki heyecanlı maceralara sürükleyen Ahmet Ümit yine satış rekorlarını alt üst etmiş durumda. Peki nedir ‘Edebiyatımızın en güzel abisi' olabilmenin sırrı?
ELİF TANRIYAR
Edip Cansever, "Mendilimde Kan Sesleri" adlı şiirinde şöyle der:
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Polisiye romanımızın usta kalemi Ahmet Ümit’i bu yüzden mi bu kadar çok seviyoruz acaba? Aynı bu şiirde söylendiği gibi bize ve yaşadığımız yere çok benzediği, üstelik romanlarında da hep yaşadığı yere benzeyen insanların gerçek hikayelerini anlattığı için mi? Edebiyatımızın Ahmet Abi’si, son romanı "Beyoğlu’nun En Güzel Abisi" ile yine satış rekorlarını alt üst etmiş durumda. TÜYAP’ta okurlarının ilgisinden, katıldığı programların yoğunluğundan ya da Twitter’daki mesajlarına gösterilen ilgiden de bunu anlamak son derece kolay. Peki nedir ‘Edebiyatımızın en güzel abisi' olabilmenin sırrı?
Ahmet Ümit’e göre bu aslında öncelikle Gaziantep’te çok çocuklu ve mutlu bir ailede geçirilen güzel çocukluk yıllarıyla başlıyor. Çocukluk ülkesinin onun yüreğine mayasına kattığı o kesif mutluluk duygusu, onun hayatta türlü zorluklar yaşamasına rağmen her zaman pozitif kalmasına ve insanları sevmeyi sürdürmesine olanak sağlıyor.
Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitiren ve ardından da Moskova’da Sosyal Bilimler Akademisi’nde siyaset eğitimi gören Ümit’in 12 Eylül döneminde yaşadığı aktif eylemcilik yaşamının onu daha sonra eserlerinde kullanacağı şiddetle tanıştırmasının yanı sıra hem kendi kimliği ve hem de ilginç bir şekilde gelecekte seçeceği meslek üzerinde önemli bir etkisi oluyor. Aklında hiç yazarlık düşüncesi yokken, işkence gören arkadaşları için istenen bir rapor yazma eyleminin giderek uzun bir hikayeye dönüşmesi, kendisini de çevresini de etkiliyor. Bu hikayenin daha sonra 40 dilde yayımlanan bir dergide basılması ise mesleğe ilk adımını oluşturuyor şüphesiz. Polisiye yazdığı söylenene kadar o bile bunun farkına varmıyor. Yeni yeni hikayeler yazmaya başlamış olan 25 yaşındaki Ahmet Ümit’in Moskova ziyareti kafasındaki ideolojinin gerçek hayattaki cisimleşmiş politika haliyle karşılaşmasına ve sonuçta da büyük bir hayalkırıklığına uğramasına neden oluyor. Bu hayal kırıklığı, kaçışı sanatta aramasına ve yazarlığa kesin olarak adım atmasına yol açıyor. Moskova’dayken ideolojinin söylediği şeylerin tarih içinde büyük bir değişime uğradığını fark edişi de onun polisiyenin yanında tarihe de ilgi duymasına neden oluyor. Ve tarih, kafasında yeni sorular oluşturmasının yanı sıra bir yazar olarak da onu beslemeyi sürdürüyor.
Üretken bir kariyer
Devrimci Ahmet Ümit’in edebiyatçılığa evrilmesinin sonucunda her zaman mazlumların ve ezilenlerin yanında olmayı ilke edinen bir yazar kimliğiyle karşılaşıyoruz. Yalnızca toplumun ve insanların bireysel sorunları değil doğanın ve şehirlerin sorunları da ilgilendiriyor onu. Ve suç kavramı üzerinde kafa yordukça evrensel suçlarla, suç kavramının göreceliliği üzerindeki ince ayrımlar bir yazar olarak onu asıl heyecanlandıran meseleleri oluşturuyor.
Derken Yeni Yüzyıl’da kaleme aldığı bir dizi hikaye aracılığıyla, ‘90'lı yıllarda Başkomiser Nevzat karakteri giriyor hayatımıza. Şener Şen’in unutulmaz karakteri Muhsin Bey, Sadri Alışık’ın "Ah Güzel İstanbul" filminde canlandırdığı karakter olan Haşmet İbriktaroğlu ile gerçek yaşamda bir suikaste kurban gitmiş Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’dan aldığı ilhamla oluşturuyor Başkomiser Nevzat’ı Ahmet Ümit. Ve hem bize çok benzeyen bir babacanlığa hem de hiç alışılmadık bir merhamet duygusuna sahip olan bu başkomiser karakteri, edebiyatımızın belki de en sevilen ‘polis abisi’ne dönüşüyor kısa sürede.
Ahmet Ümit’in polisiye serüveni yalnızca Başkomiser Nevzat karakteri ile sınırlı kalmıyor. 1992’de ilk öykü kitabı olan "Çıplak Ayaklıydı Gece"yi, 1994’te "Bir Ses Böler Geceyi", 1999’da "Agatha’nın Anahtarı", 2002’de ise "Şeytan Ayrıntıda Gizlidir" adlı polisiye öykü kitapları izliyor. 1995’te hem çocuklara hem de büyüklere yönelik "Masal Masal İçinde" ve 2008’de yayımlanan "Olmayan Ülke" ile farklı bir tarz deniyor. 1996’da yazdığı ilk roman "Sis ve Gece" polisiye edebiyatta bir başyapıt olarak değerlendiriliyor. Bu romanın ardından 1998’de "Kar Kokusu", 2000’de "Patasana", 2002’de "Kukla" çıkıyor kitap vitrinlerine. Onları ise "Ninatta’nın Bileziği", "İnsan Ruhunun Haritası", "Aşk Köpekliktir", "Beyoğlu Rapsodisi", "Kavim", "Bab-ı Esrar", "İstanbul Hatırası" ve "Sultanı Öldürmek" adlı kitapları izliyor. Eserleri ve özellikle de Başkomiser Nevzat’ın maceraları sinemaya ve televizyon dizilerine de uyarlanıyor.
Ahmet Ümit, görüldüğü gibi çok üretken bir yazar. Neredeyse her iki yılda bir yeni roman çıkarıyor ama yalnızca roman yazmakla değil, edebiyatın farklı kulvarlarıyla da ilgileniyor. Everest Yayınları için polisiye diziler hazırlıyor örneğin. Suç kavramı üzerinde kafa yorarken özellikle suç kavramının ardındaki mitleri ve tarihsel kökenlerini araştırıyor. Romanlarında yalnızca günümüzde geçen öyküleri değil Hititler’den Osmanlılar'a dek geniş bir tarih perspektifinde insanlığın ruhunu anlatmaya çalışıyor.
Acı çekenler için
Dostoyevski’den Kafka’ya, Patricia Highsmith’ten Poe’ya dek pek çok yazar eserleriyle onun başucu kütüphanesini oluştururken onlar sayesinde insanlık kadar eski bir mesele olan suç ve ceza kavramları üstünde düşünmeyi seviyor. Bir gerilim başyapıtı olan "Yedi / Se7en" filmi ise onun en favori filmlerinden... Aynı o filmdeki gibi çığırından çıkmış bir dünyayı anlatırken yine de insanların içindeki iyilik potansiyeline dikkat çekmeyi ihmal etmiyor. İnsan kalbindeki iyilikle kötülüğün savaşı da, yanlış bir hayata gözlerini açmış yanlış insanlar da onun hep etrafında dönüp durduğu konular oluyor. Öyküleri gerçek hayattan alınmış duygusu uyandıracak kadar gerçekçi bir halde yazılmış olsa da sanıldığı gibi üçüncü sayfa haberlerinden yararlanmıyor. Hayatın ve insanların kalplerinin içinde dolaşıyor o.
"Çıplak Ayaklıydı Gece" onun yayımlanmış en otobiyografik eseri olsa da henüz hâlâ kendi hikayesini yazmış değil. Bunun için doğru zamanı, hikayenin kafasında tam anlamıyla demlenmesini bekliyor. Başkomiser Nevzat karakterini ise artık yarattığı bir karakterden çok bir dost kadar benimsemiş durumda. Zaten son romanında etiyle kanıyla onun karşısında Ahmet Ümit olarak belirip, hem okuruna hem de Nevzat’a bir sürpriz yapmayı ihmal etmiyor.
Cinayet kadar, romanlarında aşka ve kadınlara dair de yazdığını gördüğümüz Ahmet Ümit, belki de en çok kadınlar, çocuklar ve toplumun acı çeken tüm azınlıklarını anlatırken kalemini iyice merhamet mürekkebine batırıyor. Onlara her zaman bir abi şefkatiyle yaklaşıyor. İşte belki de tam da bu yüzden, onun öykülerinde kendi acılarıyla da karşılaşan okurları onu bu kadar seviyor. Her ne kadar zaman zaman onları hatırlamak istemedikleri kendi günahlarıyla acımasızca yüzleştiriyor olsa da, hep bir abi şefkatini onlardan esirgemediği için... Belki biraz günah çıkarma isteği, belki biraz güven duygusu arayışıyla ve her seferinde bizi bize olduğumuz gibi, tüm renklerimizle, en gerçek halimizle anlattığı için, işte tam da şairin dediği şekilde seviyor onu okuru:
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
yaşadığı yere benzer
"Bence bu aynı zamanda bir kara sevda romanı"
Milliyet Kitap'ın kapak dosyası için biraraya geldiğimiz Ahmet Ümit'le yeni romanı "Beyoğlu'nun En Güzel Abisi"nin yazılış öyküsünü, kentsel dönüşüme, iktidarın tutumuna nasıl baktığını ve romanının temel meselelerini konuştuk.
"Beyoğlu'nun En Güzel Abisi"nde çok çarpıcı bir sözle karşılaşıyoruz: “İnsan yaşadığı yere benzer”. Bu aslında hikayenin ve anlatılan meselelerin özeti gibi...
Doğru. Aslında herkes için geçerli bu, insan yaşadığı yere benzer meselesi. Biliyorsunuz Edip Cansever’in bir dizesi bu. Sonuçta bizi biçimlendiren şeyler; yaşadığımız çağ, yaşadığımız ülke ve elbette yaşadığımız şehir, yaşadığımız semtlerdir. Bunlar, sanatçı dışında bir insan olarak da bizi ve davranışlarımızı, hayata bakış açımızı biçimlendirir. Bir kültürün oluşumudur bu aslında. Kültür denilen şey, doğanın karşısında insanın yarattığı doğadır. İnsanın yarattığı doğanınsa pozitif olduğu kadar, negatif tarafları da var. Tarlabaşı örneğin, bugünkü haliyle aslında bir anlamda bizim geçmişte yaptığımız yanlışlıkların bir tür kanıtı gibi adeta bugüne kadar uzanıp geliyor. O anlamda Tarlabaşı’nı geçmişte yaptığımız yanlışların bir kanıtı olarak ama aynı zamanda da romandaki karakterleri biçimlendiren, onları ortaya çıkaran bir semt olarak da görmek gerekiyor. Tabii Tarlabaşı, metropollerde yani New York’ta, Londra’da, Paris’te, Berlin’de görebileceğiniz bir yer değil. Şehrin göbeğinde, şehrin en değerli yerinde adeta terk edilmiş, unutulmuş, utanç duyulmuş belki, sırt dönülmüş dolayısıyla çürümeye gitmeye mahkum edilmiş bir semt. Hayatta boşluk olmadığı için de yoksul insanlar, kaybetmiş insanlar buraya geliyor ve burada hayatlarını sürdürmek istiyor çünkü onlar burayı kendi kimliklerine uygun bir yer olarak görüyor. Başka bir yere yerleşmeleri mümkün değil. Bir anlamda yer altından geçinen insanların yerleştikleri bir alan olarak çıkıyor karşımıza Tarlabaşı.
Sanki orası bütün toplumun bilinçaltı gibi bir yer... Aslında bu yüzden de rahatsız oluyoruz bu durumla yüzleştikçe ve onlarla karşılaştıkça değil mi? Tarih boyunca yaşadığımız acıları bilinçaltımıza itmişiz ve şimdi o yüzden rahatsız oluyoruz.
Evet. Dediğim gibi gözümüzün önünde canlı bir kanıt olarak çıkıyor. Geçmişte yaşanmış bir olay diyoruz biz hep. İşte 1915 Ermeni katliamı mesela; ama geçmiş bizim için. Arada bir olaylar patlıyor, bir şeyler oluyor, hatırlıyoruz sonra geçiyor. Dersim olayları diyoruz, şimdi yeni yeni hatırlıyoruz. Ama burada gözümüzün önünde, şehrin göbeğinde, silinmeyecek kocaman bir semt bu, yaşayan binlerce insanla birlikte... Bunu görüyoruz. Adeta semtin kendisi kederli, elemli, acı bir anıt gibi dikiliyor. Bu tabii tekrar düşünmemizi gündeme getiriyor ama biz sadece düşünürken, bazıları da buradan nasıl rant elde ederiz diyor. Çünkü çok değerli bir alan. İstanbul büyük dünya metropolleriyle kıyaslarsak hâlâ kendi değerini bulmadı. Fakat bir gün bulacak. O nedenle insanlar şimdi buraya bina kapalım diye geliyor. Bunu parası olanlar yasal yollardan yapmaya çalışırken, parası olmayanlar birilerinin mallarına nasıl el koyarıza bakıyor. Rant dünyasının, orada da kıran kırana bir savaş verdiğini görüyoruz. Kentsel dönüşüm tasarlanıyor şimdi orada. Tarlabaşı bu halde yaşayamaz gerçekten doğru, fakat kentsel dönüşümün dikkate alması gereken çok önemli iki nokta var: Bunlardan bir tanesi oradaki dokuya zarar vermemek. İkincisi orada yaşayan insanların mağdur edilmemesi, o insanların doğru bir şekilde hayatlarını sürdürebilecekleri alanlar açılması... Eğer buradaki kentsel dönüşüm Sulukule’deki gibi olursa korkunç sonuçları olur.
Burada ince bir nokta var. Siz sanki bu projeye karşıymışsınız gibi algılanıyor. Oysa siz de kentsel dönüşümü savunuyorsunuz ama ancak şartlarıyla yerine getirildiği zaman, değil mi?
Tabii, neden savunmayayım? Burası olduğu gibi yeniden dönüşse, yeniden o eski yapı kurulsa tıpkı bir Londra, Paris’teki tarihi semtler gibi olsa, müthiş bir şey olur. Bunu neden desteklemeyeyim? Burası şehri çok geliştirir, güçlendirir. Böyle bir mezbelelik ortadan kalkmış olur. Ama siz oraya eski tarihi doku yerine kat kat binalar, modern yapılar koyarsanız ve bunu da çağdaşlık adına yaparsanız bunun adı barbarlık oluyor. Çünkü modern olmak demek geçmişi silip atmak demek değildir. Onu Kemalizm yaptı. Ne yaptı? Osmanlı’yı silip attı. Ne oldu? Atabildi mi? Atamazsın çünkü senin köklerin o.
Siz Tarlabaşı projesini incelediniz mi romanı yazmadan önce?
İncelememe gerek yok, bakınca görüyorsunuz ne olduğunu. Bahçeler, bilmem neler bambaşka bir yapı ortaya çıkarıyor. Korkunç bir şey. Şu Tarlabaşı Bulvarı’nı Bedrettin Dalan açtırdı. Amaç da şuydu; burada bir bulvar açacağız ve aynı zamanda Tarlabaşı tırnak içinde normal bir semte dönüşecek. Ne oldu? Daha beter oldu. Vatan Caddesi’ni Adnan Menderes açarken, Mimar Sinan’ın camilerini yıktılar.
Romanlarınızı yazarken görselliğe çok önem verdiğinizi, hatta bazen kendinizi kaptırıp o sahneleri yaşayıp ağlayabildiğinizi dahi biliyorum. Kitapta Tarlabaşı binalarının, gecenin karanlığında sessizce dikilişlerini tasvir ettiğiniz bir sahne var. Siz, insanlar kadar binaların ve semtlerin de ruhları olduğuna inanıyorsunuz değil mi?
Metafizik anlamda inanmıyorum tabii ama bunu şöyle açıklayabiliriz: Çok sevdiğiniz bir eşyanız varsa, mesela bir çantanız, ilkokuldan... Sonra bu çanta eskimeye başlıyor ya da siz büyüyorsunuz. Fakat onunla ilkokul boyunca bir ilişkiniz olmuş. Benim mesela onu atarken içim sızlar. Çünkü onunla ilgili o kadar çok anım var ki... O kadar çok şeyi beraber paylaşmışız ki... Onun bir ruhu yok elbette ama böyle de bir ruhu olduğuna inanmaya başlıyorum. O binalara baktığınız zaman da görebilirsiniz. Oralarda insanlar doğmuş, ölmüş, büyük hayaller kurulmuş, belki gerçekleşmiş, belki büyük hayal kırıklıkları yaşanmış... Yani orası bir dört duvar değil, orada bir yaşanmışlık var. Oraya baktığımızda o yüzden virane derken içimiz sızlar.
Romanda pek çok meseleyi anlatıyorsunuz ama asıl olarak Tarlabaşı fikri sizi ne zaman ilgilendirmeye başladı?
Aslında ben bu romanı yazmayacaktım, roman olarak. İttihat ve Terakki ile ilgili yazmakta olduğum roman hazırlanmıştı, okunmaya başlandı, kurgusu bitti. Karakterlerinin ne olacağı da aşağı yukarı belliydi. Tam ona başlayacaktım ki Selim İleri ile buluştuk. O da "Mel’un"u yeni bitirmişti, konuşurken “Böyle bir İttihat Terakki romanım var ama bir de novella var elimde Beyoğlu ile ilgili,” dedim. Hikayesini öğrenmek istedi, anlatınca gözleri doldu. Selim ağlamaya başladı ki orada anlattığım sadece Azize’ydi. Başkaları yoktu yani. “Lütfen bunu roman yap, bu müthiş bir roman,” dedi. Bir duayen olarak, gördü yani bir romancı önsezisiyle. İşte o zaman buna dönüp, bunu yazmaya başladım. Önce Azize’nin buruk hikayesi, konsomatris olması beni çok etkiledi.
İnsanın gözünün önüne hemen Türkan Şoray filmleri geliyor onu okurken...
Tam öyle, Yeşilçam! Çok hoşuma gitti. Ama dedim ki bir romancı olarak bunun bir zemine oturması lazım. O da işte Tarlabaşı... Şişli’de oturuyorum, taksiye biniyorum, Sakızocağı Sokağı’ndan çıkarken sürekli görüyorum. Birden bir ışık parladı ve dedim ki evet tam oturuyor. Kaybedilmiş hayatlı insanlar ve kaybedilmiş bir semt. Ondan sonra Selim haklıymış dedim ve ben Tarlabaşı’na taşınmaya başladım, kahveler mahveler dolaşmaya, o insanları, sokakları gözlemlemeye başladım, fotoğraflarını çektim.
Burada yaşayan insanların kıran kırana mücadelesini anlatıyorsunuz. Bu romanın temel meselesi... Ama sizin bir de temel söyleminiz var. “Roman merhametli kılmalı insanı,” diyorsunuz.
Şu anda ülkeye gereken tek şey bence merhamet. Hatta şimdi ülkede prim yapan şey güç ve zalimlik. Ve insanlar o kadar çirkin bir kavganın içindeler ki güce tapıyor, zalimliği seviyor. Ezildiklerini hissediyorlar, ezildikleri için de ezmek istiyorlar. O yüzden bence bu romanın insanlara önerdiği bir fikir yok ama önerdiği bir duygu var; o da merhamet duygusu... Gereken bu, çünkü merhametsiziz. Yöneticiler inanılmaz merhametsizce davranıyor. Gezi Parkı'nda çocuklar öldü ve bu ülkenin başbakanı o çocuklara başsağlığı dilemedi. Bunu mesela tarih nasıl yazacak, ben çok merak ediyorum. ‘Ben binalar, köprüler, yollar yaptım, yüzde elli oy aldım’ bunu aklayacak mı acaba? Ölen yedi tane çocuk var, beş tanesi Gezi sırasında öldü, gördük o çocukları. Benim her aklıma geldiğinde gözlerim doluyor, ağlıyorum. Benim bir romancı olarak yapabileceğim fazla bir şey yok, işte bu merhameti önermekten başka.
Bir röportajınızda “Ben burada devleti eleştirmek için yazmıyorum, ben burada bir kent kültürünü ve insanları anlatıyorum. Çekinirsem ayıptır,” demişsiniz. Burada çok ince bir ayrım var. Asıl amacınız eleştirmek değil, kent kültürünü anlatmak değil mi?
Evet, bunu örneğin CHP yapsaydı, onun için de aynı şeyi söylerdim. Bir roman bir hükümeti eleştirmek için yazılamaz, bu büyük bir dar görüşlülük olur. Çünkü o hükümet gider, sizin romanınız da biter. Dolayısıyla romanın bir propaganda aracı olması yanlıştır. Roman başından beri hep konuştuğumuz şeyi anlatıyor; kent kültürünü... Roman hayata tutulan bir ayna, hayatın bir sureti olduğu için yanlışları gösteriyor bize. Yani yazarın muhalif olma durumu var burada. Bu durumu sadece politik iktidara muhaliflik olarak algılamak yanlıştır. Yazarın buradaki muhaliflik davranışı çiçekle ilişkisidir. Yani evdeki çiçeğe su vermiyorsanız, o çiçekle konuşmuyorsanız, yazar bunu da eleştirecektir. Amacım bu hükümeti eleştirmek için roman yazmak değil, söylediğiniz gibi bir kültürü anlatmak, daha da önemlisi insanla şehir arasındaki, insanla kent arasındaki ilişkiyi anlatıp insan ruhuna dair bir şeyler çıkartmaya çalışmak.
Romanlarınızın anahtar cümleleri hep aşkla ilgili oluyor. İnsanlık tarihi kadar eski iki olguyu genelde hep birlikte işliyorsunuz. Cinayet kadar aşkı da... "Beyoğlu’nun En Güzel Abisi"ni farklı aşklara dair bir aşk romanı olarak da okuyabilir miyiz?
Bence aynı zamanda bir aşk romanı, hatta bir kara sevda romanı... Çünkü bir sürü aşk var burada. Mesela Kara Nizam gibi biri, kötü bir adam ama içinde aslında müthiş bir aşk var. Barbut İhsan’dan daha büyük bir aşk adamı...
Kitapta, “Aşkın iyilikle ilgisi yoktur,” diyorsunuz...
Doğru, aşkın iyilikle ilgisi yoktur çünkü öyle olsaydı sevgi olurdu. Birine âşık olduğunuz zaman iyi olduğu için asla âşık olmazsınız. İyi biri olduğu için onunla evlenirim belki. İyi biri olduğu için arkadaş olurum. Ama aşk öyle bir şey değil, sizi heyecanlandıran bir şeydir. Kime niye heyecanlandığınız bilinmez.
Aşk bizi açan anahtarlardan biridir diyebilir miyiz?
Evet. Sonra da peşpeşe bir tepkime başlıyor. Benim olsun, bana ait olsun... İnsan karışıyor, başka biri haline geliyor, birdenbire o kişiyi hayatın tam merkezine oturtuyor ve bir tutkuya bağlıyor. O tutku her şeyi eline geçiriyor, aklınızı da, zekanızı da, ne varsa size ait her şeyi ele geçiriyor. Ve siz artık sadece o tutkunun emrine girmiş bir robota dönüşüyorsunuz.
"Kadınları hep sevdim”
Kadınlara büyük şefkat gösteriyorsunuz romanlarınızda. Sanki onları erkeklerin yanında biraz kayırıyorsunuz. Bu Ahmet Ümit’le ilgili bir şey mi, yazarlıkla ilgili bir şey mi?
Ahmet Ümit’le ilgili bir şey... Benim hayatımda kadınlar çok önemli. Aslında ninelerimle başlıyor. İki ninem vardı, ikisi de beni çok severdi. Ben de onları çok severdim. Hepsi sevgiyle yaklaşırlardı bana, çok güzel anılarım var. Hiç kötü bir şey hatırlamıyorum. Annemle de çok iyi bir ilişkim var. Annem mesela çok güçlü bir kadındır. Terzi annem, Gaziantep’te ve kendi ayakları üzerinde durabiliyor. Bir yandan babam da çalışıyor ama yedi çocuk var ve evde kadın terzisi, ayakları üzerinde duran, sadece para kazanan değil ama aynı zamanda evde de büyük söz sahibi olan, belki de babamdan daha çok söz sahibi olan bir kadın. Babam bağırıp çağırıyor belki evin erkeği olarak ama aslında altına baktığında işleri toparlayan ve götüren annem... Hem oradan başlıyor hem de mesela benim kız arkadaşlarımla ve sevgililerimle ilişkilerim hep iyi olmuştur. Büyük kavgalar, itişli kakışlı, vurmalı, şiddet içeren tartışmalar hiç olmamıştır. Onları hep sevdim. İyicil bir sevgi yani... İyi bir şekilde sevdim onları. Kötücül de olabiliyor çünkü. Onların hiçbirinden nefret etmedim. Onlar da benden nefret etmedi.
Hayata da pozitif yaklaşan bir insansınız zaten...
Belki onunla da bir ilgisi olabilir. Ben mesela 53 yaşındayım, adam olmaya başladığım yaşım 35’ten sonradır. O yaşa dek hayat zor diye kavga dövüş içinde, romantik, kötü olmayan ama sürekli kendini kanıtlama içersinde olan bir adamdım ben. O yüzden baktığım zaman kendime, başka bir Ahmet Ümit görüyorum. 35’ten sonra ayağım yere değmeye başladı. Kadınlar içinse hayat daha gerçek. O romantik olma falan hikaye yani... Duygusallar ama duygusallığı güçsüzlük olarak tanımlamak çok yanlış, aynı zamanda çok güçlüler. Hem duygusal, hem güçlüler. O nedenle de toplumda kadın gerçek yerini almış değil. Romanlarımdaki yaklaşımın altında yatan neden budur.
"Bu bizim 'kara romanımız' oldu”
Biraz da yeni romanın kurgusuna gelelim... Hiç olmadığı kadar ‘noir’ bir romanla karşı karşıyayız. 'Noir' bizim toplumumuza da çok yakışıyor sanki değil mi?
Bu bir kara roman evet. Bize de çok yakışıyor. Ben başından beri 'noir’ı çok severim polisiye türü içinde. Bu romanı yazmaya başladığımda da, bu budur dedim. Zaten biliyorum, çok aşina olduğum bir tür. Filmlerini defalarca izledim, romanlarını defalarca okudum. Bir yandan da şunu da fark ettim ki bu tür, bu hikayeye çok yakışacaktı. Bizim o eski vurdulu kırdılı Yeşilçam filmleri de 'noir'dır aslında. O filmlerde dikkat edin caz çalar. Ne alaka yani? ‘60'lı-‘70'li yıllar ve caz çalıyor! Buraya çok yakışıyor. Düşmüş hayatları anlatıyor çünkü kara romanın müziği hakikaten de caz, blues... Ama ben burada başka bir şey yaptım, bizim Türk Sanat Müziği’ni koydum. Kederli olanlarını kullandım.
Türk noir’ı oldu diyebilir miyiz?
Tam öyle işte. Bizden bir kara roman oldu. Yani bizim kara romanımız oldu bu. Öyle çıktı, kederiyle, hüznüyle... Nevzat da cuk oturdu oraya. Aslında kaybetmiş bir adam. Cinayet masasının başarılı başkomiseri ama karısıyla kızının katilini bulamamış. Her cinayeti çözüyor ama cinayet bittiğinde yine keder var. Çünkü bataklık ve sistem sürekli katil üretiyor. Ve katiller aslında masum belki de. O yüzden çok hoş oldu gerçekten.
Post modern yanı da çok ağırlıklı romanın. Hem yazarla karşılaşıyoruz hem de gerçeküstü öğelerle. Yazınınızda böyle bir döneminizde misiniz?
Bu benim yirmi üçüncü kitabım, dördüncü Nevzat’lı romanım. 11 romanım var, bunların dördünde Nevzat var. "Sultan’ı Öldürmek"te biraz farklı yapmıştım, orada başka bir karakterin gözünden Nevzat’ı gördük. Ama bir süre sonra aynı karakteri yazmak sıkıcı bir şey. Bir şey yapmam, o romanda farklı bir özellik olması lazım. Kendimi katmamın birinci nedeni aslında bu. Ve tabii Nevzat’ın gözünden anlatınca, kendimde gördüğüm şeyleri de bir eleştireyim dedim. Biraz acımasız kaçtı diyor herkes ama olsun bence hiçbir sıkıntı yok. Çok eğlenceli. Bir de tabii duygusal, kederli bir roman, okur orada çok duygulanıyor. O zaman okuru bir anda gerçek hayata çağırıp, şunu da söylüyorum böylece: “Tamam ama dikkat et, sen bir roman okuyorsun” Ama roman bittiğinde bile burada gerçek devam ediyor. Bir yandan da ironik bir yanı da var. Kederli bir roman ama dili ironik. Eğlenceli bir dili var.
Çok renkli ve güzel bir dili var. Karakterlerin her birinin dili kendine özgü...
İşte kara romanın özelliği bu. Post moderne bundan sonra devam etmeyeceğim. Bu roman için bu buluş oldu. Yeni romanda o olmayacak. Yine biraz günümüz ve tarihe döneceğim.
“Yeni romanımda devletin kutsallığı meselesini işleyeceğim”
Yeni kitabınız İttihat Terakki konulu bir roman olacak değil mi? Nedir meselesi?
Evet, Nevzat yok bu romanda. Mesele ise aynı devam ediyor aslında. Devletin kutsallığı... Yani devlet mi kutsaldır, birey mi kutsaldır?
Yine kul kültürü etrafında yani...
Evet, bunun kökenine giriş diyebiliriz. Tarihsel kökleri, yani nerede başlamıştı? Devlet bir hizmet aracı mıdır, yoksa uğruna ölünecek kutsal bir mekanizma mıdır? Devleti korumak için nereye kadar ne yapılabilir? Devleti korumak için insanları öldürmek mübah mıdır gibi sorular var. Bunun kökenlerini, batılılaşma hareketimize kadar gidip araştırıyorum. Osmanlı’nın çökmesi, aynı zamanda bir imparatorluğun yıkılması ve bununla beraber oluşan bir hareket olan İttihat ve Terakki... Günümüze kadar uzandığını ve bugünkü başbakanının davranışının da bu İttihat ve Terakki davasından ayrı olmadığını düşünüyorum açıkçası. Bu gelenek nasıl, niye doğdu, bunu besleyen temel duygu neydi, bunları tartışan bir romanım olacak.
Aslında siz de tam bir dedektif gibisiniz. Hititler'den bugüne hep bu nereden çıktı meselesini arıyorsunuz.
Var, evet, bu nereden geliyor konusu. Ben de bir yandan okuyup, öğrenerek yazıyorum.
“'İstanbul Hatırası' film oluyor”
Siz disiplinler arası çalışmaları da seviyorsunuz. Ve şimdi de son olarak eserlerinizin biri tiyatroya, Başkomser Nevzat’ın maceraları ise radyo oyununa uyarlandı değil mi?
Başka alanlara geçmeyi çok seviyorum ama orada bir yanlış oluyor, onu da hemen uyarayım. Mesela tiyatro oluyor ve hemen “Bu kitaba uygun değil,” diyorlar mesela. O çünkü artık edebiyat değil! Artık o tiyatro. Ben yazdım ama artık orada bir tiyatro eseri gibi görmeliyiz. Yani bunun edebiyattaki niteliklerini orada ararsanız, bu haksızlık olur. Tiyatro ya da sinema benim eserim değil. Ben ona destek veriyorum ve bundan da mutluluk duyuyorum çünkü sanatın başka alanlarını desteklemiş oluyorum. Benim eserim bir filmin yapılmasına, bir tiyatro oyununa, bir çizgi romana, bir radyo tiyatrosunun oluşmasına katkıda bulunuyor, bu sevindirici bir şey. Ama birebir romanı başka bir eserde görmeye çalışmak bir kere yöntemsel olarak yanlış bir şey. Onun yerine şöyle düşünmemiz lazım, "Aşk Köpekliktir" bir tiyatro oldu, tiyatro olarak nasıldır, "Bir Ses Böler Geceyi" bir film olarak nasıldır? Böyle bakabilirsek daha doğru olur. Şimdi işte Ak'la Kara Tiyatrosu "Aşk Köpekliktir"i tiyatro yaptı. Kadıköy, Bahariye’de oynanıyor. Çok güzel bir oyun oldu bence. İzledim ve beni çok mutlu etti. NTV’de radyo tiyatrosu sürüyor. "İstanbul Hatırası"nın film haklarını Abdullah Oğuz aldı. Muhtemelen önümüzdeki baharda çekimler olacak. "Bab-ı Esrar"ın film olma ihtimali çok yüksek. "Kavim" için de uğraşıyorlar.
