Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Bir ‘hayal’in peşinde 30 yıl: Ayşe Kulin
Şubat 2014

Bir ‘hayal’in peşinde 30 yıl: Ayşe Kulin

Çağdaş Türk edebiyatının en üretken kalemlerinden Ayşe Kulin, 28. kitabı "Hayal"de 30 yıllık yazarlık serüvenini anlatıyor. Kulin okurlarını, ilk kitabını yayımlatma sürecinden dört çocuklu boşanmış bir kadına, kendi ayakları üzerinde durmak için sürekli çalışan bir iş kadınına kadar pek çok farklı yönü olan Ayşe Kulin'le tanıştırıyor. Biz de bu vesileyle yazarla bir araya gelip o 30 yıllık süreci konuştuk...
“Ben mikrofona doğru yürürken aklıma bir fikir geldi sanıyordum. Meğer içime şeytan girmiş. Mikrofonu elime aldım. Marilyn Monroe’yu taklit etmeye çalışarak, dudaklarımı büze büze, karga sesimle 'Happy Birthday Mr. President' diye şarkı söylemeye başladım. Herkes hayretle bana bakıyordu. Onlar anlamadıkça ben büsbütün abartıyordum. Şarkı bitti, kimse gülmedi, ön masada oturan Engin’i gördüm başını ellerinin arasına almış, önüne bakıyordu...” “.. Olamaz! Yayınevinin tam önünde kaldırıma çekilmiş beyaz bir aracın üzerinde kocabaş bir ben, sırıtmaktayım! Az daha kaza yapıyordum. ... Allah’ım öleyim ben, tek taraflı da değil, sağlı sollu sırıtıyorum üstelik aracın kapılarında. (...) gence bağırdım, ‘Bu ne, bu! Nerden çıktı bu Allah aşkınıza! Elimle resmi işaret ettim. ‘Bu yeni yazarımız, abla,’ dedi genç, şişinerek ve birden resimlerin benimle benzerliğini fark etti. ‘Sen osun! Dur dur dur! Osun sen! Bir resim çekinelim abla’”. “Tunca (Yönder) için hava hoştu. Oyuncular da öyle ama benim gibi yapım sorumluluğunu taşıyanlar öyle mi! (...) ertesi gün giyilecek giysiler, takılacak takılar, evin dekorasyonu ile ilgili eşyalar hazır edilir, setten ayrılanların yevmiyeleri, yol paraları ödenir, tam sıra eve dönmeye gelmişken farkına varılır ki, sokağa çıkma yasağının başlamasına beş-on dakika kalmış... Haydii, yine kıvrıl bir köşeye, üstününe gocuğunu çek, uyu.”
 
Bu üç hikayenin de kahramanı Ayşe Kulin. Yeni kitabı "Hayal"den daha fazlasını da öğreneceksiniz. Çünkü onlarca kitabın yazarı Ayşe Kulin, yazı macerasının nasıl başladığını, nerelere kadar ve nasıl geldiğini "Hayal"inde topladı. Anı kitabının içinde gazetecilik de var, halkla ilişkilercilik de, filmcilik de, yazarlık da...
 
Kitaba "Hayal" ismini vermeniz, anneannenizin yazma merakınıza “Hayal işte!” demesiymiş ama ilk kitabınız "Güneşe Dön Yüzünü"nün basılmasını “Kabus oldu kabus” diye anlatıyorsunuz.
 
Hem de ne kabus. Şanssızlık hem de duble dubara şanssızlık! Batmakta olan bir yayınevine git, zaten paraları yok, kitabın kağıdını bile kendim aldım, yeter ki basılsın! Düzeltmen yok, kapak yapacak insan yok! Beni de hani kolejli filan, sosyetik bir kız gibi gördüler herhalde, belki kitabı satar umuduyla tamam dediler. Kitap baskıya giderken, yayınevinin mürettibi bütün hepsini elinden düşürmüş. O zamanlar harfler tek tek konur, baskıları alınır, öyle basılırdı kitap. Sonra topla, tekrar koy, ama ne nereye rast geldiyse artık! Hadi imla hataları benden kaynaklı olsun ama hikayeler iç içe geçmiş. Birinin yarısında, diğeri başlıyor filan. Perişan oldum, ne kadar üzüldüğümü anlatamam.
 
Kabusu yaşadınız ama illa yazacağım diye de uğraşıyorsunuz...
 
O içimden gelene mani olamamak, yazmayı istemek. Boşandıktan sonra çalıştım, ama kafayı yazıya takmasam daha çok para kazandıracak işler yapabilirdim. Hayatımı hep yazıyla kazanmak istedim, çünkü çok keyif aldığım bir işti. Evliyken de, sırf yazabilmek için çeviriler yaptım. Yani yazayım da ne olursa yazayım. Tabii bu kadar çok isteyip, onun üzerine 25 sene bekleyince, hayal kabusa dönüşebiliyor. Allah’tan o kadar çok çalışmam gerekti ki, bunları düşünüp de kendimi acıyacak zamanı bulamadım.
 
İnat mıydı, sebat mıydı?
 
Başlarda sebattı ama Lambdaistanbul bana "Gizli Anların Yolcusu" için homofobi ödülünü verdikten sonra "Bora’nın Kitabı" ve "Dönüş"ü yazarken inattı.
 
Kitaptaki resimlerin içinde "Çocuk Ayşe Gezi parkında direniyor" altyazılı bir resim var, Gezi Parkı direnişine selam mı o?
 
Gezi Parkı hem özel hem de güzeldi. Belli bir olgunluğa geldiğimizin göstergesiydi, medeni bir direnişti. Birbirimizle iyi geçinerek, farklılıklarımızla, istemediğimiz şeye karşı sesimizi çıkarttık, taşla sopayla değil, bazen sadece durarak, bazen şarkı söyleyerek ve bazen dans ederek direndik. Ayrıca anneannem beni çok götürdü o parka. Kurdelelerim filan takılırdı, süslü süslü. Orası genç insanların gezisiydi. O dünyaya bağlanmayı kim istemez? Çok hoştu onun bir parçası olabilmek, ben her gün gittim Gezi’ye. O gençlerin içinde olabilmek, yarattıkları dili duyabilmek, esprilerine dahil olabilmek için. Ayrıca torunlarım gelmişti, Türkçe öğrenmek için ve onlar da her gün oradaydılar.
 
Çocuklar demişken, bazı yazarlar çocuğun edebiyatla çok zor olduğunu düşünür ve bu yüzden çocuk yapmazlar. Sizin dört çocuğunuz var!
 
Ben, çocuk da yaparım kariyer de diyenlerdenim. Çocuk insanı besleyen bir kaynak. Torunlarım sayesinde 20 yaşından başlayıp 3 yaşına kadar inen bir çocuk yelpazesi içinde yaşıyorum. Dünyalarına giriyorsun, sinemalarına gidiyorsun, teknolojilerini öğreniyorsun, konuşmalarına kulak misafiri oluyorsun ve çok şey öğreniyorsun. Genç tutuyor sizi. Elbette çocuğunuz olmasa da o hayata katılabilirsiniz ama onlar olunca daha kolay oluyor bağlantı.
 
Galiba biraz da yazmanın disiplin ve sabır kısmına denk geliyor.
 
Çocuk yazmaktan daha fazla bir sabır işi. Disipline gelince, ben yazmakta disiplinsizim. Çünkü benim hayatım hep o kadar kalabalık oldu ki... Ama sabah erken kalkan bir insanım. O saatleri değerlendiriyorum. Kafamın en berrak ve en dinlenmiş olduğu zaman. Sabah çalışırım, akşamları ancak yazdıklarımın üzerinden geçebilirim.
 
Kitapta anlatıyorsunuz, reklam filmi işinde epey kalmışsınız, nasıl başladınız?
 
Film yapımcılığına başlamam tesadüf. Film işlerinde çalışan bir arkadaşımın çok şık bir sofra kurması gerekiyormuş, bana telefon etti, “N’olur çok ihtiyacım var, gel, sana para da vereceğim,” dedi. Kulaklarıma inanamadım, ne parası! Ve gidip masa örtüsü, çatal bıçak, tabak kiralayacakmışım! Utanırım bir kere! Kattiyen dedim ve evimden götürdüm her şeyi. Deli misin sen dediler, anneannemden kalma porselenler! O gün bunu yaptım, sonra bana telefon geldi, benim sizin gibi birine ihtiyacım var, benle çalışır mısınız diye!
 
Tunca Yönder arıyor değil mi?
 
Evet. Güleyim mi ağlayayım mı? Benimle çalışır mısınız diyor, ben kimim ki? Sonra tabii sevdim film işini, çok renkli bir hayattı, çok da iyi para kazanıyordum. O arada gazetelere, dergilere yazıyordum ama çok az kazanabiliyorsun yazıdan. Çok tempolu bir hayattı. Bir TRT var, oraya deli gibi diziler hazırlardık. Yazma hayatım çok disiplinsiz olsa da iş hayatım çok disiplinliydi. İyi bir yapımcıydım. Bilirlerdi, mesela bir anahtar mı lazım, bir tepsinin üzerine beş tane anahtar koyup götürürdüm. O yüzden çok iyi yönetmenlerle çalıştım.
 
Sonrasında da halkla ilişkilere başladınız, onu sevdiniz mi?
 
Halkla ilişkilerde yazı da vardı. Çünkü bir şeyler yazar ve bir kanaat oluşturmaya çalışırsınız. O da benim çok iyi becerdiğim bir şeydi. Fakat o işi sevmedim. Müşterinin ne isteyeceğinin sınırı yoktu, mesela bir davette pilavı siz pişirmiyorsunuz, otelin ahçısı pişiriyor, ama hesabını da biz veriyorduk, ben bunu kaldıramadım.
 
O arada bir gazetecilik de var.
 
Daha önceden çeşitli dergilere kültür sanat yazıları götürdüm. Dünya gazetesinde ekonomi yazıları yazdım, röportajlar yaptım, Güneş gazetesinde çalıştım. Mesela o zaman zamanın turizm bakanıyla bir söyleşi yaptım ve “Bu sene turizm patlayacak mı diye?” sormuşum, o da “Olmayan şeyin nesi patlayacak, tesis yeterli değil, yatak yeterli değil,” demişti ama, iyi niyetle bir şeyler yapmaya da çalışıyor. Sonra haber çıktı, attıkları başlık bakanı zor duruma soktu. Anladım ki ne başlığa hakim olabileceğim ne de üzülmeden geçebileceğim. Dedim ki, ben bu deveyi güdemiyorum. Gönül kırmaktan çok korkarım ben. Bacağımı kırayım, gönül kırmayayım!
 
Kitapta söylüyorsunuz, annenizin bir lafını: “Kızım bu roman, uydur uydur yaz. Sen ne diye birilerinin peşine takılıp oraya buraya gidiyorsun, bir de para harcıyorsun”. İlk başta neden belgesel tarzı kitaplar yazmayı tercih ettiniz?
 
Mesela "Nefes Nefese"yi anlatayım. Bir ölüm ilanı gördüm, ölen bir diplomat. Onu ve o hikayeyi takip ettim aslında. Gencecik Türk  diplomatlar, Nazi kamplarından Türkiyeli Yahudiler'i kurtarıyorlar. Ben oradan çıkarılan Robert Lazzare Rousso’nun karşısına oturdum, hâlâ kolundaki Nazi damgası duruyordu.  20 yaşında gencecik bir adam, arkadaşlarıyla buluşmaya gidiyor, ıslık çalarak, yılbaşında ne yapacaklarını konuşacaklar, yakalanıyor. Sonrası bir çinko tas, bir kaşık, bir battaniye ve bir numara. Ve ne kadar kaldığını bile bilmiyor, sonradan öğreniyor ki üç ay kalmış, hayvanlar gibi samanların üzerinde yatıp kalkmışlar. Ve onu ordan ufak tefek bir Türk diplomat çıkartıyor, onu bana anlatırkenki yüzünün hali, sesinin tonu, tarif edilemez. Canlı bir tanık var karşımda ve ben kendimi orada hissettim. Kitapta okumaya, televizyonda seyretmeye benzemiyor. Bir tarihe şahitlik ediyorsunuz. Şu önemli: Romanlar tarihi olsa da yazarlar tarihi dosdoğru vermeye mecbur değildir, kaydırabilir, değiştirebilir. Ama ben bunu tercih etmedim, çünkü Türk insanı tembel. Türkler bir kitabı bitirdikten sonra acaba bu tarihi olay böyle mi olmuş diye bir araştırma yapmaz, okuduğu gibi kabul eder. Bunu bildiğim için madem bunu tarih diye belleyecek, o zaman bari doğruyu öğrensin istedim! Elbette romanı taşıyan karakterlerim benim kurgumdur. Mesela "Bir Gün"de de Kürtler ve Türkler'in kavgasında da doğruyu verdim ve o yüzden hep eleştiri aldım.
 
Üstelik her iki kesimden de değil mi?
 
Türkler'den alacağımı biliyordum, ama Kürtler de kızdı bana. Ne İsa’ya ne Musa yaranmayayım, tamam sorun değil. Aşırı milliyetçiler var bu ülkede, onlar müthiş kızdılar, onlara göre Türkler Kürtler'e hiçbir şey yapmadı. Halbuki yaptık. Yaptığımızı ben biliyorum ama Kürtler'in neler yaptığını da biliyorum.
 
Ama Kürtler ezilendi.
 
Evet, o yüzden Türkler'in yaptıkları daha önemliydi. Çünkü biz hükmedendik, yasakları getiren bizdik, dillerini kısıtlayan bizdik, o da tepkisini gösterir tabii. Onların payına mesela üç, bize de yedi düşüyorsa, onlar da o üçü kabul etmek istemiyor. Bu coğrafyanın insanında hep ben haklıyım durumu var. Bence bu eğitimden ve genlerden geliyor. O yüzden ben ne yazsam doğru, birileri bana kızar!
 
Peki üzülmüyor musunuz?
 
Böyle kabul ettim artık. Etmezsem ölürüm herhalde, üzülmekten, kızmaktan.
 
Tamam bizim ülkemizde böyle tuhaflıklar var ama mesela "Sevdalinka"dan sonra Batı'yı da çok sorguladım diyorsunuz.
 
Büyük bir iç sarsıntı geçirdim. Çünkü o zamana kadar inandığım bütün değerlerler çökmüştü. Karşımda iki yüzlü, sadece kendilerine haklı bulan, Hıristiyan olmadığı müddetçe insanlara duyarsız kalan Batılılar ve sistem gördüm. Düşünsenize otobüs tarıyorsunuz içinde iki ve beş yaşında çocuklar var. Bunun affedilir tarafı yok. Sırplar öldürüyor, Amerikalılar da öldürsün diye bekliyor. Bir müddet Avrupa’ya gidemedim, o kadar etkilendim. Sonra Doğu’ya baktım, Ortadoğu’ya, Çin’e, Rusya’ya baktım, hangisine döneyim yüzümü? Gene kös kös Batı'ya döndüm. Belki başkası için işletmiyorlar ama kendi halkları için hukuku işletiyorlar. Biz kendimiz için hukuku işletebiliyor muyuz bugün? Dün de işlemiyordu! Sonra yalan! Yalanın yakalandığı zaman hiçbir şey olmuyor. Batı'da birisinin yalan söylediği ortaya çıkarsa, an itibarıyla biter! E şimdi, ben gene değerlerin daha doğru dürüst oturduğu Batı’ya bakıyorum maalesef.
 
Kitapta diyorsunuz ki, "Füreya" bir virgülünü bile değiştirmeyeceğim tek kitabımdır. 
 
Evet, "Sevdalinka"yı şimdi yazsam böyle yazmazdım.
 
Nasıl yazardınız?
 
Bilmiyorum, oturunca karar verirdim. "Sevdalinka"da çok fazla savaş anlatmışım, insanı kaybetmişim, detayların arasında kaybolduğum yerler var, uzamış! O benim ustalık dönemi romanım değil. Bir önceki kitap, "Adı: Aylin"deki Aylin’in hayatı çok ilginç, ben de onun hayatını güzel bir Türkçeyle ve akıcı bir dille anlattım. Ama "Sevdalinka"da onu becerememişim. "Füreya" öyle değil. Herkes beni biyografi yazarı diye biliyor ama benim topu topu üç biyografi kitabım var. "Aylin", "Füreya", "Türkan". Üçünün içinde dört dörtlük biyografi, "Füreya"dır. Ailesi, gençliği, kocaları, sevgilileri, eserleri, ruh halleri, sanatındaki dönemler, Osmanlı’nın çöküşüne, Cumhuriyet’in kurulmasına tanıklığı, Atatürk’le arkadaşlığı, azmi, hastalığı gibi çok boyutlu bakabilmişim. Çok güzel anlattığıma inanıyorum, ne zaman elime alsam kitabı, bırakamam.
 
Tekrar okur musunuz kitaplarınızı?
 
Hayır, hepsini değil. Bir şeyler bakmak gerektiğinde bile takılıp gittim "Füreya"ya. Yine kurgusunu çok beğendiğim bir kitap da "Gizli Anların Yolcusu"dur. Okura birinci sayfadan başlatırım ve elinden bırakmadan bitirtirim. 
 
Kitapta birkaç yerde de tekrarlıyorsunuz: “Bir yandan da edebiyat dergilerinde çok satan olduğum için yerden yere vuruyorlardı”, “Bir şey anladım bu ülkede aynı anda iyi ve çok satan yazar olmak neredeyse mümkün değildi.” Eleştirmenlerden şikayetiniz var yani.
 
Beğenmeye cesaret edemiyorlar, belki için için beğeniyorlardır. Çünkü mahalle baskısı o yönde. Birinin beğenmediğini diğeri beğenemiyor, dertleri nedir bilemiyorum.
 
Çok satan mı olmayı isterseniz, yoksa eleştirmelerin beğendiği mi?
 
Her ikisini de isterim! Gönül bu. Bu mümkün değil, ben de kaderime razı oldum. Çok satarım ben. Ama niye alıyorlar insanlara sorabilirler. 
 
Peki siz soruyor musunuz?
 
Okurlarıma da soruyorum, bana gelen cevapların çoğu “Samimi olduğu için” oluyor, bundan da ben bir şey anlıyorsam Arap olayım! 
 
Kitaptan anladığım kadarıyla işaretlere de çok inanıyorsunuz.
 
Bazı insanlar bunu çok aptalca bulur, ben bulmam. Ben her şeye inanırım. Bütün dinlere, işaretlere, bana söylenen laflara inanırım. Yani bir yerde safım. Aptal değilim ama insanlara inanmayı tercih ederim. 
 
"Öyküyü demir leblebi gibi yazmak zorundasınız"
 
Kitapta roman yazmak öykü yazmaktan kolaydır diyorsunuz, nasıl olur?
 
Öyküde salkım saçak yazamazsınız, demir leblebi gibi yazmak zorundasınız. Bir fazla kelime bile koyduğunuzda bozulur çünkü. Uzun olmamalı, çok kısa olmamalı, vurmalı. Romana ne yazıyorsanız hepsini uzatabilir ya da kısaltabilirsiniz, sayfalar sizindir. Ama bir öykü, sayfayı geçti mi, sulanır. Dar alanda tam kalbinden vurmanız gerekir. Öykü yazmak çok daha marifet ister. Romanda sahanız geniş, daha çok malzeme kullanabilirsiniz, tiplemeler renkli ve çok olabilir.
 
“En iyi yazar”, “En iyi roman”, “En iyi film” nitelemelerini sevmem diyorsunuz, ama siz de “En iyi öykü” ödülü aldınız!
 
Sevmem çünkü çok görecelidir. Kimin okuduğuna, onun neyi sevip sevmediğine bağlıdır. Hatta sizi sevip sevmediğime bile. Geçen imzada bir bey geldi, bayılıyormuş kitaplarıma, sonra o iğrenç kitapları neden yazdınız dedi. 
 
Hangi kitaplar?
 
"Gizli Anların Yolcusu", "Bora’nın Kitabı" ve "Dönüş". Böyle bir homofobiğin jüride olduğunu düşünün! Farklı bir değerlendirmesi olamaz. 
 
Peki iyi edebiyatın bir kriteri yok mudur?
 
Bizim ülkemizde yok denebilir. Bizim ülkemizde ahbap çavuş ilişkilerine karşı durulamıyor. E o ilişkiler yayınevlerinde de var. Çok önyargılarla döşenmiş insanlarız biz, edebiyatı da etkiliyor bu, jüriyi de, hayatın her alanını da. Genlerimiz böyle bizim. Bu sistemin tamamen çökmesi gerekli. 
 
 
"Söylemediğim bir şey üzerine taştışıyorlar"
 
Katıldığınız bir programda “Ermenileri durup dururken kesmedik” dediniz ve çok tepki çektiniz.
 
O programda sunucu lafları ağzıma tıkıyordu, o cümlemi de bitiremedim. Yani söylemediğim bir şey üzerine tartışıyorlar.  “Kesmek” çok yanlış bir fiil, o benim kabahatim. Onun için özür diledim. Ama ben bunun soykırım olmadığına inanıyorum ve onun için de bunun arkasında duruyorum. Orhan Pamuk, bu meseleyle ilgili konuştu diye bu ülkede yaşayamaz hale getirdiler. Ben bu bir soykırım değildir diyorum ama o zaman Orhan’ın arkasında durdum. Çünkü öyle düşünüyorsa, bunu söyleyebilmeli. İfade özgürlüğü bu. Bu da benim düşünce özgürlüğüm. Ama ifadem yanlış anlaşıldığı için çok üzgünüm. Demek istediğim o değildi. 
 
Ne demek istemiştiniz?
 
Onlar hak ettiler de kestik dediğimi sanıyorlar, bu kadar aptalca bir laf söyleyebilir miyim? Şunu demek istiyordum: Bu bir soykırım olamaz, çünkü Yahudiler'e yapılanla aynı şey değil. İkisi çok farklı. Bir savaşın içinde, kendini koruma refleksiyle yapılmış büyük bir hata bu! Ama Ermenilerin soyunu kurutayım diye başlamış bir hareket değil. Bu korkunç bir kıyımdır, vahşettir ama soykırım değildir. Ama kesinlikle bir kırımdır! Affedilir, kabul edilir değil. Özür de dilenir, tazminatı da ödenir.