"Oyunculukta doğal kelimesini hiç kullanmam"
22 Ocak 2018 - 02:01ASU MARO
Sinirlenerek izlediklerimiz listesinde zirveyi koruyor, "İstanbullu Gelin"in Esma Sultan'ı. O konak bütün kurallarını koyduğu sarayı, hayattaki tek marifeti olan dört oğlu da onun yegane varlık sebebi. Her adımlarını kontrol etmek istiyor, hiçbir entrikadan kaçınmıyor bu uğurda.
Ama bu düşman başına kaynananın seyirciyi avucuna alan bir şeytan tüyü var ki bence en çok ona can veren oyuncudan; İpek Bilgin'den geliyor bu.
İpek Bilgin tiyatro oyuncusu ve yönetmeni, kızı Çağ Çalışkur'un baş destekçisi olarak Craft'ın bel kemiği, sayısız oyuncunun koçu ve müthiş ışıltılı, enerjik, muzip bakışlı, aslında Esma hanım kızmazsa epey matrak bir kadın. Onunla sohbet etmek de baş döndürücü bir lunapark deneyimine benziyor, nerden girip nereden çıkacağınızı bilemiyorsunuz. Mümkün olduğunca çok yer ayırmak için de sözü uzatmıyorsunuz...
Önce Esma ile başlayalım istiyorum. Kızmakla, gülmekle, sevmek arasında bir yerde seyircinin ona tepkileri. Sizin duygularınız ne Esma’ya karşı ilk andan itibaren?
Dizilerde karaktere hakim olamıyorsun. Yol boyunca diğer insanlardan farklarını algılıyorsun. Dolayısıyla ben ilk okuyup kabul ettiğim zaman gördüğüm şey, evin hakimi olduğuydu. Ama ne yöne gideceğini bilmiyordum açıkçası. Şu anda baktığımda azıcık acıyorum Esma’ya. Eğer üstüne vazife olmayan, - bana öyle geliyor yaptıkları - o şeylere girmese, hayatta tutunacak hiçbir şeyi yok. Dolayısıyla ailede herkesin işine burnunu sokuyor. Bir de bazı insanlar aculdur, hemen halledeyim o işi ister, o üstüne vazife olmayan işe girip bir de halletmeye çalışıyor kendi kafasınca.
Aslında dört oğlana da başka türlü yaklaşıyor öyle değil mi? Faruk ile en ufağa davranışları aynı değil Esma’nın.
Evet. Mesela en ufak arada kaynamış gibi, bir büyüğü Osman, o hastalıklı olduğu için ona daha zaafı var gibi. Başkalarına cevap vereceği noktada Osman’a cevap vermiyor. Çünkü o annesine acayip eğitim öğretim yapıyor konuşurken. Bu beni biraz geriyor, ama sonra senaryoya mahkum, düz devam ediyoruz.
Niye? Aslında ne yapmak istiyorsunuz?
Normalde herhangi bir başkası söylese ona cevap verir Esma. Artık biliyorum nerede cevap vereceğini. "Ona zaafı var" diyoruz dolayısıyla. Ortancanın kafası gidip geliyor, bir iyilik yapıyor, bir kötülük yapıyor. Onu da seviyor ama farkında onun tuhaflığının, en büyük de göz bebeği.
Peki ilk tanıdığınızdan bu yana sizin için de değişti herhalde değil mi bu kadın?
Dizi dilinde ortalama kelimeler kullanılıyor. Biz tiyatroda şöyle bir adet edindik, o kelimeyi baz alarak aynı kelimenin daha derinine, daha derinine gitmeye çalışıyoruz. Mesela, despotsa o despotluğu götürebileceğimiz yere kadar götürmeye çalışıyoruz. Ben dizinin başında benzeri bir şey yaptım mesela. Madem kötü, götürebildiğim yere kadar. Fakat dizi dünyası ondan korkuyor. Hem kötüyü seviyorlar, hem de o kadar kötü olmasını istemiyorlar. Böyle tuhaf dengeler kuruluyor. Ben anlayamadım herhalde başında. Bir de o kadar kötü olunca, müdafaa edecek bir yan bulamıyorsun karakteri. Şimdi şimdi rahatladım. O başkalarının işine karışarak var oluyor ve dili öyle, dili sert, otorite seviyor.
Bir aşkla karşı karşıya kalınca başka bir hallerini görmeye başladık. Bayağı bir genç kız gibi edaları var. Ben bayılıyorum o hallerine.
Boşa çıktığı bir an var, "Ben bir hiçim," dediği. Ben mesela orayı daha çok sevmiştim adama cilve yapmasından. Tam bilincimizle çözemememize rağmen hayatta böyle boşlukta kaldığımız anlar vardır. Esma da "Ben ne yapıyorum bu hayatta, hiç kimse beni dinlemiyor, beni anlamıyor, ben kimin nesiyim?" dedi ve onu Garip'le birlikte yaşadı. Ondan sonra biraz zorlama bile olsa bir hayata tutunma biçimi olarak onu gördü. Ve ona eskiden gelen rahatlıkla herhalde cilve yapıyor, cilve onlar evet.
Televizyonda aşk sadece 18-24 yaşa ait bir duyguymuş gibi verildiği için, bunun dışına çıkılınca hoşuma gidiyor.
Ben aslında ona aşk gibi bakmıyorum, o bir tutunma biçimi, o bir sığınma biçimi, o bir hayat arkadaşlığı talebi. Bana aşk kelimesi biraz daha farklı geliyor. Ne olursa olsun 60’a kadar içinde cinsellik içeren bir kelime o. 60’dan sonra hormonal olarak değişim yaşadığın için hayata da, aşk kavramına da farklı bakıyorsun. Bak, flörtte kapının kapanmamasından yanayım zaten ama o 60 yaşın kendine has bir güzelliği var. Bunu öncekiler anlayamazlar, 20’ler 30’lar anlayamazlar. Orada hayata daha hakim olduğun, dolayısıyla o eski aşklarda kaybolup gitme hallerinden farklı, daha sağlam bir şey var aslında. Onu tarif edebilmek ve öyle kurabilmek ilişkiyi çok önemli. Ben hala onun mücadelesini veriyorum.
Peki bu, gelin kaynana meselesinin evrensel cazibesi nereden geliyor sizce?
İşin garip tarafı ben ne kaynana oldum ne kaynanam oldu, rahmetliydi evlendiğimde. Benim zaten aile meselesinden çok hoşlaşmayışımın ana meselelerinden bir tanesi, evlendiğin adamla birlikte teyzesini de, eniştesinin oğlunu da satın alıyorsun, beraber geliyor. Ben birisini seviyorsam eğer ahbaplık etmek isterim. Yani kötülük etmek istemem o insanlara, kocam için değerli ise ama o geniş aile beni yoruyor. Buradaki herhalde bir paylaşamama hali, oğlunu. Ben etrafımda da çok görmedim bu hadiseyi. Esma karakteriyle birlikte irdeleyecek olursak, oğluna aşık olması lazım. Yani o bilinç bir noktada tutar çünkü seni, geri çekersin kendini. Bu kadın hiç geri çekilmiyor, asla bırakmıyor oğlunu. Öyle irdelediğin zaman, ne insana katiyen bıraktırmaz? Evet, bilinç düzeyinde adını böyle koymadığı bir aşk ancak bıraktırmaz.
Sizin bir kızınız var, insan kızına karşı böyle bir şey beslemiyor mu?
Herhalde işte karşı cinslerden gelen bir aşk meselesi o. Ben de kızımı çok severim ama biz o saygılı ilişkiyi çok yıllardır kurmuş vaziyetteyiz. Hiçbir zaman hayatlarımızın her şeyine karışmayız. Damatlarımı da hep sevdim.
İzlemesi cazip demek ki filmler, diziler vazgeçemiyor bu konudan.
Herhalde cazip. Ama her halükarda ilişkileri iyi olsa bile insanların, orada bir kurt var gene de, çok dikkatli olman gereken bir alan var. Bir bekar olarak benim öyle bir yaşantım hiçbir zaman olmadı ama canı gönülden sevebilmek kaynanayı biraz zor herhalde veyahut gelini. Ama bu konuyu da banalleştirmemek lazım çünkü o zaman yarışa dönüyor.
Başta konuştuk, bir karakterin dizilerde nereye gideceği baştan belli olmuyor. Siz tiyatroda yönetmenlik de yapıyorsunuz, yaptığınız işe hakim olmaya alışıksınız. Burada bir bocalama yaşıyor musunuz?
Ben dizileri seviyorum çünkü çok büyük bir oyunculuk antrenmanı. Anında oynaman lazım, öyle uzun hazırlıklardan sonra değil. Sonra her tarafa gidebilecek gibi oynamayı öğreniyorsun. Orada cesaret göstermek çok önemli. Öbür tarafa da gidebilecekmiş gibi bu tarafı cesaretli oynayabiliyorsan eğer o fark ediliyor hemen. Aksi takdirde tutuk bir oyunculuk çıkıyor. Bir de ben büyük şeylerden yanayım, oyunculukta kısmalardan yana değilim. Ben 'doğal' kelimesini hiç kullanmam çünkü o doğallık Türkçe’de küçükmüş gibi kullanılıyor. Halbuki bir karı koca çok şiddetli kavga ederlerken, biri öbürünün kafasına kül tablası atıp öbürü onun kulağını ısırırken 'bu doğal değil' diyemezsin, demek ki o kadar büyük yaşıyorlar. Dolayısıyla doğallığın büyüklük ve küçüklükle alakası yok. Tiyatroda da dediğim gibi kelimenin daha içine gitmeye çalışıyoruz, mesela üzgünse daha üzgün, daha üzgün gibi bir yerlere doğru açmaya çalışıyoruz ki görsel olsun, seyredilebilir olsun, insanların kolay kolay gitmediği yolları oyuncular onlar için gitmiş olsun. Burada da sinema faktörünü kollamaksızın başladım. Şimdi sinema faktörünü kullansam dahi yine büyüklü küçüklü deniyorum hepsini.
Senaryoya veya yönetmene "Bu kadın böyle davranmaz" diye müdahale ettiğiniz oluyor mu?
O bana bir zorlayıcı faktör, iyi bir antrenman oluyor, mümkün olduğu kadar itiraz etmem. Ama ben şahane bir yönetmenle karşılaşmış vaziyetteyim. Oyunculuk idaresinde tek geçerim Zeynep Günay Tan’ı. Çok özel bir dil biliyor Zeynep. Senaryoda yazan bir duygu kelimesi var, üzüntü diyor mesela, Zeynep o üzüntüyü ortaya çıkarmakla yükümlü ama oyuncunun içinde ne yapması gerektiğini bilen yegane yönetmen bence o. Oyuncunun içindeki o uzantıyı nasıl uyaracağını biliyor.
Yıllardır hocalık, oyuncu koçluğu yapıyorsunuz. Ekipte de daha önce çalışmış olduklarınız var, devam ediyor musunuz koçluğa?
Son bir videomu gördüm, bana güle güle videosu hazırlamışlar Craft’ta, dedim ki "Tam vaktiymiş". Yani bir deli 'gibi' değilim, deliyim. "Yakında birini öldürecek herhalde," dersin görsen.
Niye peki? Yordu mu sizi?
Yok, artık 30 sene ve ve her seferinde sıfırdan başlıyorsun. Herhalde biraz tahammülüm azalmış ama kendime de çok haksızlık yapmayayım, o zorlamayı onlar için yaptığımı biliyorlar, dolayısıyla aramızda bir nefret ilişkisi oluşmuyor. Ama çok zorluyorum ve arada yaş farkı büyüdükçe zorlamam gereken konu sayısı çok artıyor. Bir de bu nesli çok aldırışsız buluyorum. Aldırmalarını sağlayabilmek çok zor bir iş. Sen onu oyunculuk konusu üzerinden yapıyorsun. "Bu bir heves değil bu bir tutkudur"u karşıya geçirebilmek çok zor bir iş. Zaten onu bir konuda öğrenirsen birçok konuda öğrenmiş gibi olursun. Ben diğer mevzulara karışmıyorum ama oyunculuğun bir tutku olduğunu ve orada turuncu giymezsen ölecekmiş gibi hissetmenin ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Ama artık bitti diyorsunuz.
Bir tane film seyretmiştim. Adamı hücreye koyuyorlar, bir tane satranç kitabı veriyorlar eline, adam yıllarca hücrede kalıyor. Hücreden çıkarttıklarında bir salona getiriyorlar, 1960’larda siyah beyaz kareler çok kullanılırdı ya, adam "Niye bu lamba A8’de durmuyor, bu masanın E3’te durması lazım" diye aklını kaçırıyor. Kendimi koçlukta ona benzetiyorum. Ben hiç üstüme vazife olmayan bir yerde bile illa konuşurum, "Ne karıştı bu kadın" derler mi, hiç aldırmam. İlla ona geçsin isterim, kullansın kullanmasın, beni deli bulsun, benim için fark etmez. Onun için koçluk bitmez yani.
Hakkınızda sosyal medyada yazılanlar arasında sizi yetenek açısından şanslı doğanlardan olduğunuzu söyleyenler var. Siz de öyle düşünüyor musunuz kendiniz için?
Hayır, ben o gruptan değilim. O grupta mesela Engin Günaydın, Demet Akbağ, Metin Akpınar hatta Haluk Bilginer, bunları kafadan ayırt edersin. Bunların okula gitmesine falan gerek yoktur. Ben konuyla çok ilgilenmiş olduğum için, konuyu hiç bırakmamış olduğum için kendini yetiştirmiş olan gruptanım. Tamam, içimde bir oyuncu var, ben saatlerce tavla oynarım, kağıt oynarım, hiç sıkılmam, satranç oynarım, aklına gelebilecek her türlü oyun. Ama onlarınki gibi bir şey değil benimki. Benimki çalışa çalışa, yapa yapa ne olduysa işte olduğu kadar.
Hala da üstüne devamlı bir şeyler koyma ihtiyacı duyduğunuzu anlıyorum.
Tabii, tabii. Bu meslekte öğrenme bitmez. Hani sanat uzun hayat kısa var ya, o yani. Bir de mesela çok şöyle anlarım olmuştur, rejisörden başka bir de bir koçum olsa, ona bir tutunsam, yardım etse.
Yok mu böyle biri peki?
Var, var. Ben şimdi Çağ’a mesela çok güveniyorum, ondan yardım alıyorum. Yıldırım Urağ mesela, benim öğrencimdir ama bana koçluk yapar.
Ne kadar güzel "Ben yetiştirdim, benden iyi mi bilecek" diye bir düşüncenizin olmaması.
Asla. Bak bu çok önemli bir konu. Sanatta hiçbir şekilde hiyerarşi olamaz. Çünkü senin karşında atıyorum, Picasso’dur o. On yedi yaşındadır ama Picasso’dur. Ondan "hocam" lafını beklemek kadar saçma bir şey yok. Sen ne yaparsan yap onu geçemezsin, istediğin kadar yıl olsun arkanda. Onun için zaten o gruplar ayrıdır dedim, hani o Demet Akbağlar. Dolayısıyla hiç orijinallik olsun, şirinlik olsun falan diye değil, ta 1980’lerden beri bana sınıfta İpek derler. Çünkü sosyal tavır takınmamaları da çok önemli benim karşımda. Yani bana saygı duyarak, Türk kültüründe zaten bu çok yoğun, geri çekilmeleri benim işime gelen bir şey değil ki bana bela olacak bir şey. Beni kendine denk görmesi lazım. Bir de Deniz Türkali söylemişti, "Oyuncunun yaşı ve cinsiyeti olmaz," diye, bu laf doğrudur, dolayısıyla beni de onlar biraz yaşsız görüyorlar. Elimden geldiği kadar da kendimi o anlamda taze tutmaya çalışıyorum. Bugüne kadar hiçbir saygısızlık yaşamadım. Yani meselenin "abla"yla, "hanım"la bir alakası yok.
Çocuğunuzla ilişkiniz de hep bu şekilde mi gitti Çağ büyürken?
Ben işimde pozitifçi değilimdir, negatifçiyimdir. Yani bazen "İpek kendine gel," diyip pozitif davranmaya çalışıyorum ki rahatlasın karşımdaki de. Ama asla yalan söylemem. Yani olmayan bir şeye de asla iyi demem. Çağ’ın yetişme biçimi de öyle. Eleştirile eleştirile geldi ama eğer o eleştirinin altından kalkarsan bir daha sırtın yere gelmez. Yani başkasının yapabileceği bütün eleştirileri zavallıya yığdım. O da tabii sevgi kaynaklı, başkasından önce ben söyleyeyim ki o onunla muhatap kaldığında ne yapacağını bilsin. Mümkün olduğu kadar kararlarını kendisinin vermesini sağlamaya çalıştım. Dolayısıyla da şimdi onun biraz sonucu, kararlarını kendi veriyor, idare edebiliyor insanları ve durumları.
Onun yönetmen olduğu oyunda da oynadınız.
Evet, evet. Çok güzel yapıyor. Mesela bunlar hayatta hiç beklemediğin sürprizler sana. "Allahım doğru söylüyor," diyorsun, "bana yol açıyor". Gerçekten inanamıyorsun o noktada. Mesela Çağ'ın çok kendinden emin bir hali vardır, "Hayır bu böyle," der mesela. "Nasıl bu kadar emin oluyor?" diyorum kendi kendime. Ben öyle emin olamam. Hemen "mı acaba?" yaparım. Onları Cüneyt'ten almış. Beni o "mı acaba"lık uzun yıllar engelledi. Neyi yapabilirimi tam anlayamadım sürekli soru sormaktan. Onun çok güzel bir hikayesi var. Şimdi bir şey hakkında bir değer bildirirken "iyi, çok iyi, çok güzel, çok çok güzel, şahane", kendine ait bir skalan var. Bilmediğin zaman o skalanın sonunda hep bir boşluk bırakıyorsun, bilmediklerine ayırıyorsun o payı. Diyorsun ki "Bundan daha büyük bir şey vardır". New York’a gittiğim zaman, dünyada ondan daha yüksek bir bina olmadığını, daha zengin bir dükkan olmadığını algıladım. Dolayısıyla skalamı olduğu gibi bu tarafa kaydırdım, bilmediklerime ayırdığım payı kaldırdım. Ben ondan sonra üretim yapabilmeye başladım. Hayatımın göbeğinde oturmuyor artık "mı acaba" ve bilmediklerimden korkmuyorum artık.
Ankara’ya dönüp baktığınız zaman unutamadığınız rolleriniz var mıdır?
Dario Fo. O çok ben oldu, üç sene oynadım ben onu çünkü. Mesela birisi tebrik ettiği zaman ben ne yapacağımı bilemezdim. İlk defa o kadar sayısız tebrik aldım ki, "Bırak utanmayı," dedim, orada öğrendim sadece teşekkür etmeyi. Bir de Eric Morris’i ilk çalışmaya başladığımda oynadığım bir oyun vardı, bir yerde utanmam gerekiyordu, 100 oyunun 99'unda kıpkırmızı kesildim.
Hangi oyun bu?
"Ay Işığında Şamata". Bir de dilsiz sağır oynadığım bir rol vardı "Çamaşırhane"de, hayatımın en iyi eleştirisini orada almıştım. "O da sizin kadar para alıyor mu?" diye sormuşlar. Beni gerçekten müstahdem zannetmişler.
"Ezel"de anneyi oynarken de gerçekten kör olduğunuzu düşünenler vardı. Dizide de mümkün o zaman o derece konsantre olmak.
Tabii. Oyunculukta bazı şeyleri öğreniyorsun. Öyle bir gerçeklik kuruyorsun ki, bir şey olduğunda onu dahil edebiliyorsun oyununa. Mesela sigara tablası kırılmış, kırılmamış gibi yapmıyorsun. Kırıldı çünkü o. Onu dahil edebiliyorsun ama işte o öyle bir direnç, "Ne olursa olsun ben körüm". Hiçbir şekilde vazgeçmeyeceksin ondan. Yani yıldırım da düşse körsün, o sırada binada yangın çıksa da körsün. Her oyun, "oyu oynamak güzeldir"i anlatır aslında. Dolayısıyla oradaki dirençler bir şey anlatıyor. Ben şuna da inanırım, özünde tiyatro "Birbirinizi anlamaya çalışın," mesajını verir, her oyun. Niye? Çünkü ben oynadığım insanı durmaksızın anlamaya çalışıyorum. "Anladım" diye bir cümle yoktur oyunculukta. Kimse kimseyi anlayamaz, ne de ben karakteri. Hep anlamaya çalışmak, her durum karşısında anlamaya çalışmak. Dolayısıyla oyunlar sen karakteri anlamaya çalıştıkça alttan o mesajı verir, "Birbirinizi anlamaya çalışın". Kör kalabilme direnci bir şeyi anlatıyor, vazgeçmemeyi, inat etmeyi anlatıyor. O da "Bu bir heves değildir, bu bir tutkudur"a bağlı. Ancak tutku duyarsan o senin için havagazı ödemenden, çocuğunun alt bezinden, annenle kavgandan veya ülkenin halinden önemli hale gelebilir.
Hayatta bu şekilde tutku duyduğunuz başka şeyler var mı?
Benim hayatımda artık her şey buna eklendi, istisnasız her şey. Yaptığım meditasyon da, bulaşık yıkarken anın içinde kalabilmeyi öğrenmek de eklemlendi. Yani bulaşık yıkarken sadece bulaşık yıkamak, araba kullanmak, ata binmek, tenis oynamak, aklına ne geliyorsa. Ben çok sporcuyumdur bir de.
Neler yapıyorsunuz?
Kayak, tenis, buz pateni. Bir oda dolusu tenis kupam var benim. Oyun yani çünkü. Buz patenini mesela o kadar zıvanadan çıkartmıştım ki Yıldırım Türker bana “Olimpiyatlara mı hazırlanıyorsun?” demişti, sekiz saat buz pateni kayınca.
Çağ da bilardo şampiyonuymuş öyle mi?
Tabii tabii. Ben o eleştirel, iğrenç anneliğimi yaparken "Pis bilardo ortamlarındasın," diye, Çağ Türkiye şampiyonu oldu bilardoda. Bununla kalmadı, okulu burslu okudu çünkü üniversite takımını da şampiyonada birinci yaptı. Bana "Aldın mı cevabını?" dedi.
Başka ne gibi bilmediğim sürprizleriniz var acaba?
Piyano çalıyordum, dizide bu bölüm çaldım mesela.
Peki sizi böyle sanata, piyanoya, oyunculuğa teşvik eden bir aileniz mi vardı?
Hayır. Ailemin en şahane tarafı feci demokrat bir aileydi ve düşünmeyi seven bir babam vardı. Ama bir makine mühendisi. Dolayısıyla tiyatrolara tepkileri "Ne biçim saatlerde çalışıyorsunuz, tiyatro olacak da ne olacak?" şeklindeydi. İster istemez babanın aklıyla düşünüyorsun bazı yaşlarda ve "Ben şimdi ne yapıyorum bu hayatta?"yı çok sordum. Ama zamanla kendime cevaplar buldum. İnsanlar kökende avcılık yapıyorlar ama sonra birisinin mağaraya çok güzel resimler yaptığını fark ediyorlar. "Sen buraya resimleri yap, biz sana veririz avladığımızdan," diyorlar. Dolayısıyla ta ezelden beri bir fonksiyonu olduğunu anladım. Benim hocamın lafı vardır, bu benim için de mottodur, “Tiyatro insanı inceltir” der Sevda Şener. Artık bu yılların, bütün bilgilerin içinden süzülmüş bir şey, insanları inceltir. Ee biz kabalıklar çağında yaşıyoruz. Ülkemiz de yani incelmek üzerine değil, kabalaşmak üzerine ilerleme kaydediyor. Dolayısıyla ben doğru tarafta durduğumu düşünüyorum.
*****
"Komedi oynamak istiyorum, Gülse Birsel duysun beni"
Dizinin izlenme sebeplerinden biri Esma. Nasıl, sokaktaki tepkiler?
Türkiye okuduğunu anlamamada usta, bazen de seyrettiğini anlamamada. Benim karakterimin örnek alınacak herhangi bir tarafı olduğunu düşünmüyorum ben. İkisini bazen birbirine karıştırıyorlar, karakterle oyunculuğu.
Örnek alıyoruz mu diyorlar?
Öyle bile diyen oldu. "Almayın" diyorum, "Nesini alıyorsunuz?"
Peki Esma biraz değişse keşke diyor musunuz?
Tabii ki diyorum. O değişme lafı biraz tehlikeli ama. Ben öyle kolay kolay güvenmem, mizacım öyle. Yanlış değişmeler olabilir, ne ile başladıysak öyle gitmesi lazım, özünün değişmemesi lazım. O bir başka diziye.
Nasıl bir karakter istersiniz bundan sonra?
Artık kesin komedi oynamak istiyorum. Gülse Birsel beni duysun. Hatta direneceğim, bekleyeceğim. Çok beğendim Gülse'nin filmini çünkü, çok eğlendim, herkes çok başarılıydı. Çok büyük bir rol oynuyor Gülse Birsel Türkiye’nin hayatında.
***
"Garaj'da yaşadığım bir mucizeydi"
Fırsat bulduğunuzda nasıl bir oyun sahnelemek istiyorsunuz?
Tabii ki yabancı oyunlarda çağdaş olanları tercih ediyorum ve onlardan yapabileceğim şeyler var ama ben şöyle bir noktaya geldim artık, oyunun doğrusunun buralı ve çağdaş olması lazım. Eksik bile olsa bunu diğerine tercih ediyorum. Benim bir mucizeydi "Garaj"da yaşadığım şey. Tiyatroyu tam olarak orada anladım. Ben Devlet Tiyatrosu’nda neden yerli oyunların hep dolu olduğunu tam anlayamazdım, Garaj’da duygusal olarak onun ne demek olduğunu anladım. Oyunun hiçbir önemli bir parçası olmasın, içinde Orhan Gencebay geçsin, orada insanları birbirine bağlayıcı bir unsur var. Orhan Gencebay’ın önünü arkasını bildikleri için kendilerini daha anlamış ve yakın hissediyorlar. Hele karakterler de etraflarında gördükleri kimseler olduğu zaman çok farklı bir bağ kuruluyor John and Mary’nin oyunundan. Ve ben o çalışmayı çok sevdim çünkü bitmemiş bir oyunla başladık ve birlikte bitirdik. O 'ensemble" kelimesinin ne demek olduğunu ben orada anladım. O oyunda çalışan herkesin parmağı var o oyunda, yazarın, bütün asistanların, oyuncuların, bütün yardım edenlerin ve bütün eleştirenlerin. Biz sıfır noktasından başladık. "Çok utanırsınız bunu yaparsanız," dediler bize.
Son birkaç yıldır yerli oyunlar konusunda bir ivme var benim gözlemime göre.
Bu doğru fakat ben daha uzun çalışılmasından yanayım. Erken sahneliyorlar gibi geliyor bana. Ben eminim mükemmel şeyler çıkabilir onlardan da, biraz daha bekleyebilseler. O zaman daha bir hedefi vuracak, bir adı olacak, "Evet Türk tiyatrosunda bir hareket," diye. O noktada eleştiriye tahammül ve geliştirebilme dayanıklılığı çok zor bir şey.
***
"Ankaralılar mesleklerinde daha iyidirler"
Siz yıllarca Ankara Devlet Tiyatrosu'ndaydınız. Nasıldı Ankara hayatı?
Ankaralılar hep mesleklerinde daha iyidirler, bu gözüküyor, kendi sektörümden söylüyorum. Başka şeylerle meşgul olamadığın için hep mesleğinle meşgul oluyorsun. Zaten Ankara’nın tek özlenen şeyi arkadaşlıklarıdır çünkü İstanbul’daki kadar dağınık değildir, daha evlerde toplanmalar vardır, bir tek o özleniyor. Dedim ki Ankara’dan ayrılırken, "Şiirsel hiçbir şey bulamıyorsun, gözünü bir temizle, yeniden bak şu şehre". Hiçbir şey bulamadım. Hiç. Olanı da alıp götürüyorlar zaten. Çok yapıntı bir şehir.
Peki dizi sektörüne girmeye karar vermeniz nasıl olmuştu, o kadar yıl sırf tiyatro yaptıktan sonra?
Hayatımın bir dönemine kadar popüler kültürle pek meşgul olmuyordum. Fakat ondan sonra bunun artık hayatın kaçınılmaz bir yüzdesini oluşturduğunu kabul etmek zorundasın, hatta giderek o yüzde arttı. Dolayısıyla "uzak kalmamak lazım herhalde," diye düşündüm. Ama en önemli faktörlerden birini söyleyeyim, para. Çünkü maaşımın dört mislini almaya başladım bir anda.