Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Sinema » İki dünya arasında kalmak

İki dünya arasında kalmak

İki dünya arasında kalmak01 Kasım 2016 - 11:11 | Kristen Stewart, Cannes'da En İyi Yönetmen ödülünü 'Mezuniyet'le paylaşan Olivier Assayas filmi 'Personal Shopper'da.
Bu yılki Cannes Film Festivali'nde 'Personal Shopper' ile En İyi Yönetmen Ödülü'nü Cristian Mungiu ile paylaşan yönetmen Olivier Assayas, filmini ve Kristen Stewart ile çalışmayı anlattı
NİL KURAL / VİYANA
 
Fransız sinemasının en önemli yönetmenlerinden OlivierAssayas, bu yıl Cannes’da yarışan yeni filmi ‘Personal Shopper’da, meslek olarak bir modelin giysi ve aksesuar alışverişini yapan genç Maureen’in ölmüş kardeşiyle iletişim kurma çabalarını konu alıyor. Başrolünde KristenStewart’ın yer aldığı bu tuhaf hayalet hikayesi Cannes’dan Assayas’a ‘Mezuniyet’ filminin yönetmeni Cristian Mungiu’yla paylaştığı En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandırdı. Assayas’la filmini sunmak için geldiği Viyana Film Festivali’nde bir araya geldik.
 
Olivier Assayas.
 
Filmin temalarından biri insanın maddi dünya ve ruhani dünya arasında kalması. Neden bu temaya yöneldiniz?
 
Çünkü bence bu hepimizin paylaştığı bir şey. En basit şekliyle insanın anlamı. Filmler bu iki dünyayla ilgilenmiyor. En azından benim yapmaya çalıştığım şekilde. Bu yüzden denemeye değer diye düşündüm. Ruhani dünyayı kurcalamak bir yandan bizim için bir gizem taşıyor, bir yandan da bunları içgüdüsel olarak anlıyoruz. ‘Personal Shopper’ bizim ‘görünmez’le iletişim kurmamız üzerine. Görünmez olan belki de bilinçaltımız. Aynı zamanda başka bir dünyanın olabileceği değerli bir teori. Çünkü bizi hafızamızda dokunmayacağımız alanları keşfe zorluyor. Demek istediğim şu: Doğaüstünden bahsettiğimizde hem bilinçaltından hem de geçmişle ilişkimizden bahsediyoruz. Hepimizin gündelik işleri var, maddi dünyayla iletişim içindeyiz. Diğer yandan ruhani dünyayla ilişkimiz hayal gücümüze dayanıyor; beynimizdeki gri alanlarla, düşünme şeklimizle, tarihle ve geçmişimizle ilişkimize de...
 
Filmde tüketim çok ön planda. Günümüzde maddi dünyayla ilişkimizin fazla mı güçlü olduğunu düşünüyorsunuz?
 
Bence bunu gözlemlemek için dâhi olmaya gerek yok. Dünyamız gitgide daha maddiyata dayanıyor ve manevi dünya zayıflıyor. 20. yüzyılın hikayesi bu. Son birkaç yüzyıldır böyle çünkü din ağırlığını kaybetti. En azından Batı’da. Agnostiğim ama dinin insanların işine yaradığını düşünüyorum çünkü dinler insanların ihtiyacı olan bir maneviyat sunuyor. Eğer dini çıkarırsanız yerine bir şey koymak durumundasınız. Bence insanların manevi dünyaları maddi dünyaya göre daha önemli ve ilginç.
 
Filmi Paris’teki saldırılar sırasında çektiniz.
 
Evet zordu. Yaptığımız şeyi çok ağırlaştırdı. Paris dış çekimlerini  saldırılardan bir kaç gün önce çektik. Sonra Paris çekimleri bittiğinde Prag’a geçtik. İç çekimleri Prag’da yapıyorduk. Saldırının olduğu gün çekimlere çok erken başlamıştık dolayısıyla bütün ekip erkenden uyumuştu. Sabaha karşı kalktığımızda saldırıyı duyduk. Herkesin telefonda sevdiklerinden haber almaya çalışıyordu. Sabahın 5’inde ekip bu haldeyken çekim yapılıp yapılmayacağı kararını vermek bir sorundu. İstemediğim bir sorumluluk aldım ve çekimlere devam etmeye karar verdim. Devam ettik. Ama üzerimize bir gölge düştü.
 
Film, Cannes’da yuhalandı ve eleştirmenleri ikiye böldü. Ardından gelen En İyi Yönetmen Ödülü bir tür onaylanma anlamı taşıdı mı?
 
Daha önce de başıma geldi ‘Demon Lover’la da olmuştu ve bayağı sertti. Cannes’a başından hazır olmak lazım. Cannes’da Fransız seçkisi içindeyseniz, atış alanındasınız. Fransız basının kendi filmleriyle sevgi nefret ilişkisi vardır. ‘Personal Shopper’dabeş dakika zor geçti ama sonra her şey düzeldi. Birçok eleştiri olumluydu, büyük bir ödül aldı, dünyanın dört bir yanına satıldı. İlginç olan şu: Aslında filmin ilk izleyicisi oluyor Cannes. Ne yaptığınızı bilmiyor oluyorsunuz, en azından ben bilmiyorum. Elinizden geleni yapıyorsunuz, Cannes’da göstermek için acele acele bitiyorsunuz ve Cannes izleyicisinin önüne atıyorsunuz. Filmle ilgili fikir birliği mi olacak yoksa polemik mi olacak bilmiyorsunuz. Onu keşfediyorsunuz. Bu film fikir birliği sağlamadı, olsun. Bence doğaüstüyle ilgili bir şey yaptığınızda hassas bir alana giriyorsunuz. Bilinçaltının ne olduğunu kurcaladığınızda insanlara bu saldırgan gelebiliyor. Hassas bir konu. Bunu böyle görmemiştim daha önce ama şimdi bunu açıkça görebiliyorum.
 
Kristen Stewart bir söyleşisinde ‘Personal Shopper’ın sizin için kişisel bir film olduğunu söylüyor. Öyle mi?
 
Evet öyle. Bu önceki filmlerime göre daha kişisel. Bu konularla uğraşmaya başladığınızda kendi şüpheleriniz, endişeleriniz ve korkularınızla yüzleşmeye başlıyorsunuz. Bu mahrem bir şey. Kristen bunu anladı ve filmde vurguladı. Karakteri o yarattı. Maureen’i ben yarattım diyemiyorum, o onun yaratımı. Belki temellerini ben attım ama ona fiziksellik ve hakikat katan Kristen oldu. 
 
Filmografiniz düz bir çizgiyle tarif edilemiyor. Eski bir eleştirmen olarak siz kendi filmografinizi nasıl tanımlarsınız?
 
Bizi birçok film izlemeye iten ‘sinefil’liğin çok kısıtlayıcı olduğunu düşünüyorum. Bence 1960’larda çok doğru olan film teorileri, günümüzde filmler için bir hapishaneye dönüştü. Auteur teorisine katılıyorum. Film çekmenin toplu bir sanat olduğunu düşünsem de. Yine de kendi filmlerinizi yazdığınızda edebiyatçı gibisiniz ve film çekme tekniği vizyonunuzu genişletme imkanı veriyor. Kişisel ve biricik vizyonunuzu. Dediğim şu: Sinemacı bir müzisyen, ressam veya edebiyatçı gibidir, birbirini tamamlayan eserler verir. Sinefil kültürü için fetiş objesi olan Yasujirô Ozu’yu ele alalım mesela. Kesinlikle bir dahi. Çok basit yapı kullandı, üç lens o kadar. Aynı mekanlarda, benzer bir hikayenin farklı varyasyonları sunuyor. Çok kapalı sistemler kullanıp bunları başarıyla mikrokosmosa çevirebilen sanatçılar var ve Ozu da bunlardan biri. Birkaç basit öğeyle dünyanın karmaşıklığını anlatabilirler. Bir de benim gibi sinemacılar var. Bu dünyaya çok farklı yerlerden bakılabilir. Bir vazonun farklı yansımalarını görmek için her hangi bir yerinden gözleyebilirsiniz. Ben böyle hareket ediyorum en azından.
 
Teorilerin neden sinemayı hapishaneye dönüştüğünü düşünüyorsunuz?
 
Birçok sinemacı sinema tarihinde anılacak filmler çekmek istiyor. Referans noktaları bu. Ama bence doğru referans noktası dünyanın kendisi. 1960’lar 1970’ler ve 1980’lerde dünya şu anda işlemeyen protokollerle anlatılabiliyordu. Şu anda yaşadığımız dünya çok derinden değişti. İnsanlar bana neden filmlerinizde akıllı telefonları gösteriyorsunuz diye soruyor. Çünkü uyumadığımız zamanın yarısını akıllı telefonların ekranına bakarak geçiriyoruz ve de beynimizin devamı gibi oldular. Bu örneklerden biri. Farklı filmler çekiyoruz çünkü Ozuevreninde yaşamıyoruz, bayıldığım bir yönetmendir ama John Ford evreninde de yaşamıyoruz. Farklı farklılensler var, kayıt yapmak için yöntemler değişti, film çekme süreci değişti. Çok hızla ve heyecan verici şekilde değişti. Dünya değişti ve sinemanın dünyayla ilişkisi de değişti elbette.
 
ABD’de yapacağınız ve iptal olan bir projeniz vardı, iptal edildi. Şimdi devam edecek misiniz?
 
Şu an onunla meşgulüm ama olacak mı hala bilmiyorum. Artık Hollywood’da çalışamayacağımı biliyorum, derinden nefret ettim. Altı ay bir anlaşma yapması süren, anlaşma yapmanın en önemli, film çekmenin ikinci sırada olduğu her sistem bence yanlış. Bu, hiç bana göre değil.
 
Kristen Stewart ve Olivier Assayas Cannes Film Festivali'nde.
 
"Kristen perdeden taşıyor, onun gibi oyuncu nadir gelir"
 
Kristen Stewart’la ilk nasıl tanıştınız?
 
Robert Pattinson’ın evinde oturuyordum ve konuşuyorduk. Bir anda bir kız aceleyle odaya rüzgar gibi girip çıktı. “O neydi öyle?” dedim.
 
Sizce Avrupa sanat sinemasına katıyor bir oyuncu olarak?
 
Kristen’ın eşsiz olduğunu düşünüyorum. Bence onun gibi bir oyuncu çok nadir gelir. Oyunculukla ilgili bir içgüdüsü var. Kamera onu çok seviyor. Onu ilk izlediğim filmlerden biri Sean Penn’in ‘Into the Wild’ıydı. Kısa bir sahnesi vardı ama perdeden taşıyordu. Bir yandan kadrajın içinde fizikselliğini kullanabilmesi içgüdüsel. Diğer yandan teknik yönü çok kuvvetli ve ne yaptığını tam olarak biliyor. Bu, ancak kameranın önünde büyüyen oyuncularda olabilen bir özellik. Çocuk oyuncu olduğu için bu, ikinci doğası gibi olmuş. Kendini bırakabiliyor. Oyunculuğunun sınırlarını genişlettiği bir dönemde onunla çalışabildiğim için şanslı hissediyorum. Bence çok kendine özgü. Avrupalı çok az oyuncu böyle.
 
‘Personal Shopper’ın senaryosunu o oynayacak diye düşünerek mi yazdınız?
 
Ondan ilham aldım. Yazarken ona yazdığımı kendime itiraf etmiyordum ama genç Amerikalı bir kadın hakkında bir senaryoydu. ‘Sils Maria ve Perde’de Kristen’la çalışmıştım ve tanıdığım tek Amerikalı genç kadın Kristen’dı. Dolayısıyla onu düşünerek yazıyormuşum demek ki.