Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Sinema » ‘Göz korkutucu ve heyecan verici’

‘Göz korkutucu ve heyecan verici’

‘Göz korkutucu ve heyecan verici’04 Eylül 2018 - 10:09
Geçen yıl Venedik Film Festivali’nde ilk filmi ‘Körfez’i sunan Emre Yeksan, bir yıl içinde festivalde gösterilen ikinci filmi ‘Yuva’yı hazırlamana sürecinin hem zor hem güzel olduğunu anlatıyor.

NİL KURAL

 

Geçen yıl Venedik Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümünde ilk filmi ‘Körfez’i sunan yönetmen Emre Yeksan, bu yıl yeni filmi ‘Yuva’yla bir kez daha festivalde. Biennale College bölümünde gösterilen film, ormanda yaşayan ve doğayla  Veysel’in buradan çıkarılma tehdidi ve kardeşinin de gelmesi sonucu yaşadıklarını konu alıyor. ‘Yuva’yı festivalde Yeksan’la konuştuk.

 

‘Körfez’ ve ‘Yuva’ arasındaki bir yıllık süreçten bahsedebilir misiniz?

 

Geçen yıl festivale gelmeden Biennale College’a başvurmuştuk ve seçilmiştik. Önümüzdeki süreç belliydi. Filmler açıklanıyor, bir yıl sonraki festivalde  filmlerin gösterilmesi gerekiyor. Göz korkutucu ve heyecan vericiydi. İkinci film zorlayıcı bir şey. Hem finanse etmek her geçen gün daha zorlaşıyor hem de yönetmene ikinci film baskısı oluyor. İlk atölye çalışmasından sonra 12 film arasından üçü çekilip gösterilmek üzere seçiliyor ki ‘Yuva’ bunlardan biriydi. Aralık ayında yapım çalışmalarına başladı, mayıs ayında çektik, şimdi buradayız. 9 ayda film çıkmış oldu. İlk filmim için dört beş yıl çalıştıktan sonra işler çok hızlandı benim için.

 

‘Yuva’nın senaryosu atölyede mi şekillendi?

 

Treatmanla başvurduk ama ondan önce yazdığımız bir senaryo vardı. Öykü olarak  ‘Yuva’yı 2013 kışında yazmıştım. Yıllar içinde ‘Körfez’i çalışırken bu arkada demlendi. Daha önce hakkı verilerek çalışılmamıştı, atölyede çalışmalarda çıktı ama ana hatlarda çok da değişiklik olmadı.

 

Tema açısından yalnız bir adamın hikayesi ve doğanın rolü düşünüldüğünde ‘Yuva’nın ‘Körfez’le bir akrabalığı olduğunu düşünüyor musunuz?

 

İlk anda öyle gelmiyordu. Ancak insanlar yorum yaptıkça o benzerlik benim de dikkatimi çekmeye başladı. Demek ki benden gelen bir bağ var. ‘Körfez’de kent, mekan ve habitatıyla insanın kurduğu ilişki vardı. ‘Yuva’da ilkelliğe ve doğaya; mecbur olduğumuz ve koptuğumuz yere bir dönüş söz konusu. ‘Yuva’nın benim kişisel tarihimde şöyle bir bağı var: Ben bir şehir çocuğuyum ve şehirci bir insandım. Uzun süre ne doğa ne de orman sevdim, zaten alerjilerim var polene vs. 20’li yaşların ortasından itibaren doğaya karşı bir arzu ve merak geliştirdim. Sevmeye başladım. Aynı dönemde de yazıp çizmek için kapandığım, kendi başıma kaldığım dönemler oldu. O deneyimler de bunu doğurdu. Doğada kendi başına kaldıkça “Bu taşla nedir benim ilişkim?” gibi sorular soruyorsun. Bireyin hem beden hem de ruh dediğimiz şeyle içinde yaşadığı mekanın ilişkisi, neden bilmiyorum ama beni çok çekiyor. Bir yandan bilinç, her ne kadar egoizmin narsisizmin dışında da kalmaya çalışsak da, kendimizi merkeze alıyor. Bilincimiz en çok bedeni ve kendini hissediyor. Sanırım bu konular ‘Körfez’den sonra ‘Yuva’da da devam etti.

 

 

Filmde Veysel’in ormandan çıkarılma tehdidi ses kurgusuyla veriliyor. Ses kurgusu çalışması sizin için önemli miydi?

 

Aslında görünür olmayan bir tehdit unsuru var. Bu, ‘Yuva’ gibi ormanda geçen bir filmde en doğal şekilde uzaktan gelen bir takım seslerle çizilebilir diye düşündüm. Doğa bir taraftan koruyan bir şey, saklanmak gizli kılmak mümkün. Diğer yandan çok açık bir mekan olmasına rağmen bir şeyleri dışında tutan bir kapalılığı da var. Klostrofobik de bir yer. Bu his, sıkışıp kaldığın yerin dışındaki dünyayı duymak onunla ilişkiye geçip geçmemek, tehdidi hissedip hissetmemekle ilgili gibi geliyordu. O yüzden orman dışı veya ormana müdahale eden bir ses bandı üzerine daha ilk andan itibaren düşünmüştük. Dolayısıyla filmi çekmeden önce ses için çalışmıştık.

 

Filmin yapısı başından beri iki erkek kardeş üzerine mi kuruluydu? Birinin hikayesi biterken diğeri ön plana çıkıyor şeklinde özetlenebilecek bir akışı var ‘Yuva’nın.

 

İlk andan itibaren bu, yapısal bir fikir olarak beni çok çekmişti: Ana karakterin bir şekilde ana karakter olamaması veya ana karakter olmuşken düşmesi ve başka bir şeyin yükselmesi... Ne olursa olsun merkez konumundayız ve kurmacada bunun karşılığı genellikle bulunuyor. İlla ki karakterin merkezinde olduğu bir olay akışı oluyor. Ama ben karakteri büyütüp büyütüp yok etmeyi seviyorum veya karakteri büyütmeyip etrafındaki dünyayı baskın hale getirmeyi. Belki de fikri bulduğumda heyecan veren esin kaynağı Michelangelo Antonioni’nin ‘L'avventura’sıydı. Bu filmde karakterin bir ana karakter gibi başlayıp, yok olmasını çok severim.

 

Orman mekanını nerede çektiniz?

 

Kırklareli’nde İğneada’da çektik. İki tane seçeneğimiz vardı. Biri İğneada diğeri Kaz Dağları’ydı. Karadeniz de bir seçenekti hem lokasyon olarak zordu hem de orman dokusu olarak istediğim duyguyu vermiyordu. Karadeniz dağlık olduğu için açıklık hissi daha fazla ama ben daha klostrofobik bir yer arıyordum. Manzara güzelliği içeren bir mekan değil, daha karanlık biraz daha kendi içinde göze aşırı güzel gözükmeyen vahşi bir orman arıyordum. İlk İğneada’ya baktık ve tamam burası dedik.

 

Venedik gösterimlerinde nasıl tepkiler aldınız?

 

İzleyici olarak ‘Körfez’e kıyasla daha olumlu bir his aldım. ‘Körfez’ genel izlek anlamında izleyiciyi daha fazla zorlamıştı. ‘Yuva’da izleyici filmin daha fazla içindeydi ve daha doğrudan tepkiler verdi. Bu beni sevindirdi. Metin açıksa tepkiler ve seven sevmeyen skalası genişliyor. Gözleri parlayarak gelen teşekkür eden izleyiciler oldu. ‘Körfez’i izleyen izleyici de vardı. Aradan vakit geçmemesi takip ve devam hissi de oluşturdu.

 

‘Gerçekliğin kırıldığı anlatı’

 

Bu filmde de gizemli bir yön var ‘Körfez’de de. Fantastikle olan ilişkinizden bahsedebilir misiniz?

 

Fantastik veya masalsılık çok eskiden beri hissettiğim bir eğilim. Lise yıllarında yazdığım öykülerde de vardı. Hatta insan kendini tekrarladığını görünce irkiliyor. Hep realist bir duyguyla, gündelik hayatla başlayıp sonra onu yavaş yavaş bir tuhaflığın, masalsılığın, gerçek dışının içine bükmek beni çok cezbediyor. Sanki kendi gerçekliğimiz bazı şeyleri anlatmaya yetmiyor gibi mi geliyor bilmiyorum. Gerçekliğin kırıldığı bir anlatıya ihtiyaç duyuyorum. Mesela Bilge Karasu çok severdim lise yıllarında da, masal ve gerçeğin o yırtıktan birbirine geçişi üzerine bir metin vardı. O, bende çok yer etmiş demek ki. Masal temsili bir gerçeklik daha gerçek bir düzlemde anlatmakta zorlandığımız veya derinleştiremediklerimizi derinleştirmeye soyutlamaya genişletmeye yol açıyordu. Realizm kendi gerçekliğimizle kısıtlı kaldığımız için kısıtlayıcı geliyor galiba.