Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Sinema » “Filmin merkezinde zamanda sabitlenme var”

“Filmin merkezinde zamanda sabitlenme var”

“Filmin merkezinde zamanda sabitlenme var”22 Şubat 2018 - 08:02
Burak Çevik’in ilk uzun metrajlı filmi ‘Tuzdan Kaide’, zamanda sabit kalmış hamile bir kadının kız kardeşini aramasını konu alıyor. Dünya prömiyerini dün 68. Berlin Film Festivali’nin Forum bölümünde yapan, oyuncu kadrosunda Zinnure Türe, Dila Yumurtacı, Esme Madra ve Banu Fotocan’ın yer aldığı film, izleyicisini kadınlardan oluşan bir dünyada geçen bir yolculuğa davet ediyor. Filmi, Burak Çevik’le Berlin’de konuştuk.

NİL KURAL - BERLİN

 

Sinemaya erken başladığınızı okudum. Bu süreçten bahsedebilir misiniz?

Ben lisede kısa filmler çekiyordum. Lisede çektiğim 2-3 kısa film benim hayatımı ve üniversiteye girişimi etkiledi. Sonra üniversite boyunca 4 yıl boyunca kısa film yapmadım. Deneysel bir video çalışması yapmıştım, o da SİYAD Ödülleri’ne aday oldu. Kendime sinefil diyebilirim. Lise hayatım boyunca İstanbul Film Festivali’nde bir hafta tatil olurdu, bir hafta da tatil alırdım ve 40-50 film izlerdim. Beni yetiştiren, sinemayı anlamamı sağlayan film izlemek oldu. Üniversitede kısa film yapamadığımı fark ettim. Kısa film farklı bir mecra ve o kadar kısa sürede hikâye anlatamıyordum. “Yapabileceğim bir şey yapmalıyım” diyerek bu filme başladım. En başta sinema şöyle yapılması gerekir diye aklımdaki her şeyi silip, “Ne yapmak istiyorum hayatta, nasıl filmler yapmak istiyorum?” diye sordum kendime.

 

Fotoğraf: Rafi Baysal

 

Bu sorulara nasıl bir cevaplar buldunuz?

Bulamadım. Esma Madra ki ilk buluştuğum oyunculardandı, senaryo yoktu elimde. Ona şunu dediğimi hatırlıyorum: “Bir film yapalım, çok garip bir şey olsun, garip olmasını da önemsemeyelim. Belki bu filmden hiçbir şey olmayacak. Sadece anne babalarımız izleyecek.” Bir yandan da tam o dönem bombalar patlıyordu, “Dünyanın durumu çok berbat ve yarın ölebilirim” diye düşündüm. “Ölmeden önce ne yapmak istiyorsun?” diye sordum. “Film yapmak istiyorsun ve bunu çok delice istiyorsun. O zaman yap bir şekilde” dedim kendime. Ortaya orta metraj da çıkabilirdi, kısa film de... Aklımda uzun olsun diye bir şey yoktu. Bir yandan da filmin çekişi de normal bir film gibi olmadı. Biz bir gün sete girdik, altı ay durduk, sekiz gün sete girdik, altı ay durduk. Bu şekilde 1,5 yıla yayıldı. Psikolojik ve fiziksel olarak da çok zordu. Ancak böyle yapmak zorundaydım. Maddi durumların yanı sıra “Orta kısmı çekeyim ki insanları ikna edebileyim” diye düşündüm. 32 sayfa bir senaryo vardı ve insanlar bir şey anlamıyordu. O çektiğim kısımdan sonra insanlar ikna oldular. Farklı yapım pratikleri filmin kendisini de çok etkiliyor. Biz normal bir film gibi sete girsek çeksek ve çıksak farklı bir film olurdu. Mesela filmi bitirdikten sonra botanik mekanını gördüm ve burada bir sahne ekledim ve sonunda çektik. Yazmak, çekmek ve kurgulamak çok iç içeydi, lineer değildi.

 

‘Tuzdan Kaide’ isminden bahsedebilir misiniz? Filmin ismi sanırım değişti.

Altı kez değişti galiba. Çekerken ‘Bir İlkbahar Sabahı’ olmuştu ismi, biz öyle çektik. Çünkü Ümit Besen’in o şarkısını kullanacaktık. Ben çok istiyordum bu ismi, çok ters köşe bir isimdi. Çünkü bu film ‘bir ilkbahar sabahı’ değil. Şarkının lirikleri de uyuyordu ama sonra şarkıyı değiştirmek zorunda kaldık. Sonra ‘Koç Doğdu, Balık Öldü’ oldu. Bu isim, temsil meselesiyle ilgiliydi. Filmde farklı temsil öğeleri var, fotoğraflar, ultrason... Sinema sadece temsilin kendisi olabilir, gerçeğin yerine geçemez ve kendi gerçeğini kurmak zorundadır konusu kafamı kurcalıyordu. Dolayısıyla filmi o temsillerle donatmak istemiştim. ‘Koç Doğdu, Balık Öldü’de burçların da bir temsil olması önemliydi. Yapboz gibi bir isimdi ama kendini fazla zeki sanan bir isimdi ve biraz ayıklamak istedim. Tüm retleri alırken ‘Tuzdan Kaide’ oldu ismi. Bu, filmin merkezinde yer alan konuları karşılıyor, zamanda sabitlenme meselesini.

 

Fotoğraf: Rafi Baysal

 

Zamanda sabitlenme konusunun sizin için önemini biraz açabilir misiniz?

Bu mesele, film yapmadığım ama film hakkında düşündüğüm, okuduğum zamanlara dayanıyor. Henri Bergson sinema yeni yeni keşfedilmişken şunu diyor: Sinema, belli bir 24, 18 kareden oluşur, biz bunu illüzyon olarak görürüz ve en sonunda aldatmacaya yöneliktir. Aldatmacaya yönelik bir mecra nasıl iyilik doğurabilir ki diyerek, ‘sinema kötücüldür’e geliyor. “Sinema kötücüldür ben film yapmayayım” dediğim bir dönem oldu ve ben sonra film yaptım. İki uçtu benim için. Bundan iki bienal önce Sarkis’in bir işi vardı 1968 Gençlik Ayaklanmasını çekmiş Paris’te ve bunları negatiften sergiliyordu ve şunu diyordu: “Ben bunları  basamam çünkü bu süreç devam ediyor ve ben bunları sabitleyemem.” Bu iş, ‘Tuzdan Kaide’nin negatif sekansının temel esin kaynaklarından biriydi. Milan Kundera’nın “Ölümsüzlük” kitabında “Tanrı’nın en büyük laneti insanın zamanda sabitlemesidir” demesi ve bunu sinema ve fotoğrafın yapıyor olması... Bütün bunlar kafamı kurcalıyordu. Buradan çıktı bu hikâye.

 

Baştan beri aklınızda erkeklerin olmadığı bir dünya kurma fikri var mıydı?

Yoktu aslında. Ancak ilk taslakta da kamyon şoförüne kadar erkek karakter yoktu. Şunu biliyordum: Bu bir arayış hikayesi ve hamile bir kadın söz konusu, dolayısıyla izleyici bir erkeği aradığını düşünecek. Aradığının ikiz kardeşi olduğu ortaya çıkınca da bu kırılacaktı. Eksiklik olarak erkek kadraja girmesin diye düşünüyordum. Son halinde bu dünyaya erkek sadece sesiyle girebiliyor. 

 

İstanbul’la ilişkisini nasıl görüyorsunuz filmin?

En baştan genel plandan tipik bir İstanbul görmeyeceğimizi biliyordum. Kadrajı dar yapmamızın sebeplerinden biri de mekanı iyice sınırlandırmaktı. Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm ama aidiyet hissetmedim. Filmde İstanbul’la ilgili bir köhnelik, kapana kısılmışlık hissi var. Ben yaşarken öyle hissediyorum onun da etkisi olabilir. Mekanların yüzde doksanı çok önceden içime işlemiş, “Bir film çekersem yer alacak” dediğim yerlerdi. Mesela filmdeki kuşçuya ben lisedeyken gider, aynı kadrajın önünde durur şunu derdim: “Burada bir kadın sırtı dönük, biri de kuşları anlatacak, bunu çekmek isterim”. Bir arayış hikayesi ve sekanslara bölünmüş olmasıyla mekanları bu şekilde kullanmaya elveriyordu. Hikâyenin kendisi mekanlardan ve oyuncuların yüzlerinden önemli değildi.

 

Fotoğraf: Rafi Baysal

 

Avant-garde ve deneysel sinemaya odaklanan FOL Sinema Topluluğu’nun küratörlüğünü üstleniyorsunuz. Bu süreç sizce ‘Tuzdan Kaide’yi etkiledi mi?

Çok etkiledi. Bir anlamda “Başka türlü bir film mümkün”ü orada gördüm. Küratörlük için oturup bir sürü film izlemem ve okumam gerekiyordu, benim için bir nevi başka bir sinemanın eğitimiydi ve çok kafa açtı. Bir yandan da üniversitenin başında kurmuşum ve 4 yıl film yapmadım, dolayısıyla film yapmaktan kaçmak için de gibiydi.

 

‘Tuzdan Kaide’ Berlin Film Festivali’ne seçildiğinde nasıl hissettiniz?

 

5 yıl önce üniversitede önce Rotterdam’a ardından Berlin’e gelip 1 ay boyunca film izlemiştim. Bu yıl da aynı şeyi yaptık denebilir. Rotterdam’da ‘Meteorlar’ gösterildi, yapımcıları arasındayım. Şimdi Berlin’e geldik ve ikisinde de filmim var, bu çok güzel bir his. Ancak seçilene kadarki süreç çok uzun ve retlerle doluydu. Dünyam yıkılmıyordu ama mesela retler listemiz var ve bunu bir oyuna çevirmiştik. Her ret aldığımızda üzüntülü bir fotoğraf çekiyorduk. Sonunda Berlin’e ve özellikle Forum bölümüne seçilmesine sevindik.