Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Sinema » Aleksandr Sokurov: “Sinema kaostur”

Aleksandr Sokurov: “Sinema kaostur”

Aleksandr Sokurov: “Sinema kaostur”08 Eylül 2015 - 10:09 | Vincent Nemeth, Aleksandr Sokurov'un yönettiği 'Francofonia'da.
Rus sinemasının usta ismi Aleksandr Sokurov, 2011'de 'Faust' ile Altın Aslan aldığı Venedik Film Festivali'ne bu yıl Nazi işgali sırasında Louvre Müzesi'nde geçen 'Francofonia' ile döndü
NİL KURAL
 
Rus usta sinemacı Aleksandr Sokurov, 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin Paris işgali sırasında Louvre Müzesi’nin durumundan yola çıkan filmi ‘Francofonia’ ile Venedik Film Festivali yarışmasının şimdilik en çok takdir toplayan yapımına imza attı. Bir önceki filmi ‘Faust’la Venedik’ten 2011 yılında Altın Aslan’la dönen yönetmenle Venedik’te bir araya geldik ve ‘Francofonia’yı konuştuk. 
 
‘Francofonia’ belgesel türünün bazı özelliklerini gösteriyor. Sinemada stiller arasında nasıl bir ilişki var size göre?
 
Sinema doğası gereği bir iletişim kurma aracı. Stiller bir filmden diğerine geçer. Sinemada her şey bir şekilde resimle yakın akraba olsa da sinema sofistike bir fenomen değil. Yüksek sanat olarak adlandırılma şansı da düşük. Bu nedenden dolayı filmler arasında böyle bir temas ve haberleşme oluyor. Film izlediğimizde psikolojik ve duygusal tepkiler veriyoruz. Çoğu insan yönetmenin hedeflediği filmi değil, kendi kişiliklerinin de etkisiyle, hayatlarında o filmi izledikleri döneme göre ne görmek isterlerse onu görürler. Filmi estetik anılarının, psikolojik deneyimlerinin içine koyar izleyici. Yönetmenin amaçları ve izleyicinin görüşü birleşerek bir sonuç çıkarır. Sinema bir kaostur.
 
Aleksandr Sokurov.
 
‘Francofonia’ isminden bahsedebilir misiniz?
 
‘Francofonia’ kelimesini ben uydurdum. İşlediği konuya yakışan bir kelime ortaya çıkarmam gerektiğini hissediyordum. Filme bir ton daha anlam katacak bir sözcük. Yapımcılara çeşitli isimler önerdim, “ışık ve gölge” gibi... Sonra düşündük ki ‘Francofonia’ gibi uydurulmuş masalsı bir kelime duruma daha çok uyardı. Belgesel de değil, araştırma filmi de değil, masalsı bir film. 
 
Filminizin yapısı bir kolaj gibi. Nasıl karar verdiniz?
 
Evet bu film bir kolaj gibi. Onu oluşturan parçalar heterojen. Zamanlama, stil ve  dram yapısı açısından da öyle. Birbirleriyle ilgisi olmayan ana karakterler ve bunları bir araya getirebilecek bir plastik ortam yarattım. Sanatsal ve fantezi dünyası yarattım. 
 
Filminizin üzerinde durduğu konulardan biri kültürün, mirasın savaş dönemlerinde korunması. IŞİD’in sanat mirasına saldırılarını da gördükçe filminiz 2. Dünya Savaşı’na odaklansa da bugünü de ilgilendiriyor.
 
Suriye’de yaşananlar Avrupa politikalarının bir sonucu. Eğer Avrupa devletleri bunların önüne geçmek istese birkaç günde geçebilirdi. Neden Avrupa vatandaşları bu kadar gereksiz bir organizasyonu sürdürmek için görevlerini yerine getiriyor. Rusya’yla savaşmak için mi? Herkes Libya’da yaşananların çok farkında olmasına rağmen harekete geçmiyor. Çöl Fırtınası operasyonundan başlayarak Arap dünyasının dengeleri ABD orduları tarafından altüst edildi. Avrupa ülkeleri de bunu destekledi. Rus yetkilileri Avrupalılara ve ABD’lilere çok söylediler, “Bırakın daha yakından bakalım, durumu analiz edelim,” diye ama kimse Ruslarla aynı masada oturmak istemedi. O dönemde hangi yöne gidildiği çok açıktı. Neden Avrupa devletleri bunu görmezden geldi? Bence onların seçimiydi, bilerek yaptılar. Avrupa medeniyetinin parçası olan bir müzenin müdürünün kafası IŞİD tarafından kesiliyor, Palmira’da bu oldu. Ve bu konuda bir şey yapamıyoruz ve nasıl bunu kabulleniyor, bununla nasıl yaşıyoruz bilmiyorum.
 
Filmde klasik sanata olan düşkünlüğünüzü bir kez daha görüyoruz. Modern sanat, pop art gibi konular hakkında ne düşünüyorsunuz? Pop-art’ın sinemadaki Quentin Tarantino gibi karşılıklarıyla ilgili fikirleriniz nedir?
 
Sinemadan bahsedebilirim, o bana daha yakın. Tarantino’yu ciddiye alamıyorum çünkü şiddete sinemada çok fazla yer veriyor. Bunu takdir etmem mümkün değil. Şiddet yüklü bir film için sizin de içinizde buna izin veren bir bölüm bulunmalı. Nefret ve şiddet yüklü duygular yaratan bir yer olmalı. Şiddeti, işkenceyi, bu sahneleri çekmeyi seven bir tarafınız olmalı. Tarantino’nun da şiddet duygularını sevdiği ortada. Profesyonel olarak şiddet yüklü bir sinema çok kolay. Dram yapısı, izleyici üzerinde uyandırılacak duygular, bunları vermek çok kolay. Plastik sanatlara gelirsek, bugünlerde ressamlar arasında büyük bir yetenek görmüyorum. Bana göre renk körüler, 3D dünyayı resme geçirme becerilerini kaybetmişler. Bu insanlar yanlış yerde, sanatçı değiller, bence duvarları boyasınlar. Onlar için üzülüyorum. Bence yağlı boyanın kokusunu duysalar bayılırlar. 
 
Venedik’te Türkiye günü
 
Dün Venedik Film Festivali’nin programı Türkiye’den filmlerle doluydu. Klasikler bölümünde ‘Umut’, Eleştirmenler Haftası’nda Senem Tüzen’in yönettiği ‘Ana Yurdu’, ana yarışmada bulunan Emin Alper imzalı ‘Abluka’nın basın gösterimi ve Orhan Pamuk’a odaklanan İngiliz yapımı belgesel ‘Hatıraların Masumiyeti’ dün gösterildi. Önceki gece ise Kültür Bakanlığı tarafından San Clemente Palace Otel’de bir resepsiyon düzenlendi.