Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Sinema » "Sağcı faşist de, Marksist de, ırkçı da dediler"

"Sağcı faşist de, Marksist de, ırkçı da dediler"

"Sağcı faşist de, Marksist de, ırkçı da dediler"11 Ağustos 2015 - 10:08 | Cimino'nun 1980 tarihli filmi 'Heaven's Gate / Cennetin Kapısı', hak ettiği değeri yıllar sonra gördü.
Yeni Hollywood'un kayıp dehası yönetmen Michael Cimino, en sonunda itibarı iade edilen filmi 'Heaven's Gate / Cennetin Kapısı'nın gösterildiği 68. Locarno Film Festivali'nde Onur Ödülü'ne layık görüldü. Cimino ile festivalde bir araya geldik
NİL KURAL
 
‘The Deer Hunter / Avcı’da (1978) imzası bulunan 1939 New York doğumlu yönetmen Michael Cimino, Clint Eastwood’un keşfi. Martin Scorsese, Hal Ashby, William Friedkin ve Francis Ford Coppola gibi yönetmenlerin stüdyolara kafa tuttuğu Yeni Hollywood kuşağından. Oscar şampiyonu ‘The Deer Hunter’la baş tacı edilen ve altın çocuk olarak görülen Cimino’nun parlak günleri uzun sürmedi. Bir sonraki filmi ‘Heaven’s Gate / Cennetin Kapısı’ (1980) bütçeyi bir hayli aştı, çekimleri sancılı geçti ve batışıyla sadece Cimino’nun kariyerinin değil, stüdyoların sanatsal özgürlükle ilgili fikirlerini değiştirip Yeni Hollywood döneminin de sonunu getirdi.
 
Ancak o dönem yerden yere vurulan ‘Heaven’s Gate’ 2012’de restore edilip yönetmen kurgusuyla izleyici karşısına çıktı ve itibar kazandı. Yıllarca ABD basınıyla konuşmayan ve söyleşi verme konusundaki çekinceleriyle tanınan Cimino’yla Onur Ödülü aldığı Locarno Film Festivali’nde bir yuvarlak masa söyleşisinde bir araya geldik.
 
Cimino, Locarno Film Festivali'nde bu yıl Onur Ödülü'ne layık görüldü.
 
‘Heaven’s Gate’, BBC’nin en iyi 100 film listesine girdi. Nasıl hissediyorsunuz?
 
Güzel tabii. Filme inancımızı hiç kaybetmedik. Özellikle de (başrol oyuncusu) Kris Kristofferson... O filmin çekildiği günden yenilenmiş kopyasının Venedik’te gösterildiği güne kadar geçen on yıllarca filme verdiği desteği hiç bırakmadı. 2012’de Venedik Film Festivali’ndeki gösterimden sonra salonda alkış patladı. “Kris, yıllar sonra bir alkış duydun, nasıl hissediyorsun?” dedim. Suratında geniş bir gülümseme vardı. Umarım listede olması daha çok insanı izlemesine vesile olur.
 
En gurur duyduğunuz filminiz hangisi?
 
Henüz çekmediğim... Her zaman öyledir.
 
Yeni Hollywood döneminin yönetmenisiniz. Geçmişe baktığınızda stüdyolara yönetmenlerin sözünü dinletebildiği bu dönemi nasıl görüyorsunuz?
 
Bence şu anla bir farkı yok. Hollywood’da asıl değişiklik ben doğmadan önce olandı. İsterdim ki John Ford’un film çektiği dönemde film çekeyim. Çünkü stüdyonun anlaşmalı yönetmeni olurdunuz o dönemde. Ben de bunu isterdim. Benim kuşağımdan bir yönetmenden bunu duymak tuhaf biliyorum. Ama mesela John Ford, yılda 3 film çekerdi. Şimdi 3 yılda bir anca film çekebilirsiniz. Ne kadar fazla çalışırsanız yaptığınız işte o kadar o kadar başarılı olursunuz. Her alanda bu böyledir. Yazmak, yönetmek, spor... 1939, Amerikan sineması için müthiş bir yıldı. Stüdyolar, sinemalara sahip olmayı bıraktığında her şey bitti. Sinema salonlarına sahipken sürekli film çekip bu sinemalarda gösterilmesini sağlamak zorundaydılar. Bu sonlandığında her şey değişti. Altın dönem bunun öncesindeydi. Victor Fleming, ‘Rüzgar Gibi Geçti’ ve ‘Oz Büyücüsü’nü aynı yıl çekmişti, inanılır gibi değil. Şimdi 20 yıl hazırlık yaparlar. 
 
O dönemde yaşasaydınız hangi stüdyo ile çalışmak isterdiniz?
 
Deli Hollywood imparatorlarından biriyle. Harry Cohn, Jack Warner, Samuel Goldwyn, herhangi biriyle olabilir. Bu adamlar avcıydı ve içgüdülerine güvenirlerdi. Okumadan ‘Wuthering Heights’ı yapacağım derlerdi ve yapardı. Bugün komiteler vardı ve her kafadan bir ses çıkıyor. O dönemde tek gereken vizyon sahibi tek başına karar veren bir adamdı. Komitelerden hayır gelmez.
 
Robert De Niro ve Meryl Streep ile 'The Deer Hunter / Avcı'nın setinde (1978).
 
1996 yapımı filminiz ‘The Sunchaser’da neler yaşandı? İzleyici karşısına çıkmadı...
 
Film, Cannes’a seçildi o yıl. Birçok neden ve insan yüzünden Altın Palmiye’yi kazanamadı. Bu yüzden de yapımcılar da gösterime çıkarmadılar. Bu yüzden gösterilmedi. Burada göstermek istediler ama zamanımız yoktu. O dönemde film belli bir bütçeyle onaylandı. Sonra bütçe üçte birine düşürüldü çekimler başlamadan önce. Filmde Woody Harrelson’ın en iyi performanslarından birini görüyoruz. Yine dağlarda çekim yaptım ve bunu çok severim. Umarım bir gün izleyici karşısına çıkar.
 
Filmlerinizde ana karakter genellikle kanun kaçağı. Kendinizi de Hollywood’un haydutu, kanun kaçağı olarak görüyor musunuz?
 
Size öyle mi gözüküyorum? Haydutları değil ama westernleri ve kovboyları severim. Kovboy denebilir bana. 
 
Locarno’da Sam Peckinpah’a ayrılmış bir retrospektif var. Peckinpah sineması hakkında ne düşünüyorsunuz?
 
‘Heaven’s Gate’i çekerken Sam sete gelmişti. Kalbine ritim düzeltici takılmıştı, hastaneden çıkıp sete geldi. Suratı bembeyazdı. Ama yine tipik Sam’di. Sürekli “Michael, bana bir kamera ver” deyip duruyordu. “Kameraları ben kullanıyorum, al sana bir kamyon bir de şoför,” dedim. Kamyondaki bütün içkileri içmişti. Bir hafta kalmıştı. 
 
Wyoming eyaletinde geçen ancak Montana ve Idaho eyaletlerinde çekilen 'Heaven's Gate' için 220 saatlik çekim yapıldı.
 
Peckinpah için bir cümle söylenir, “Epik bir film çekme derdinde değildi, sadece her planı epik gibi çekerdi.” Sizin için de geçerli denebilir mi?
 
Sam, küçük bir kasabada büyüdü, babası bir yargıçtı. Western karakteri gibiydi, oraları severdi. Kendimi anlatayım. Çok küçük bir çocukken Dakota’da yerlilerle vakit geçirdim. Yerliler her şeyin; kayaların, dağların, yağmurun hepsinin ruhu olduğuna inanır. Dağcılar der ki, eğer dağa inanmazsanız, dağ sizi öldürür. Bu filmler de geçerlidir. Ama film çekerken dağ sizi zamanlamayla öldürebilir. Mesela müthiş bir sahne için hazırlandınız, dış bir çekimde. Işık mükemmel. Bir anda güneşin önünden bir bulut geçer, demektir ki dağ sizi sınıyor. Bekleyeceksiniz. Dağ canlıdır, buna inanıyorum. Dağ diyor ki, “Bu serseri benim güzelliğimi çalacağını düşünüyor ama hemen izin vermeyeceğim.” Bulut bir gider bir gelir. Kötü bir çekim mi yapayım yoksa özel bir şey için mi bekleyeyim? Dağ cesaretinizi sınar. Eğer beklerseniz bulut gider ve müthiş bir çekim alırsınız. Bunun gibi bir çekim yaptığımda “Teşekkürler dağ” derim. Epik sahnede kastedilen bu. Bugün hala arkadaşım olan Clint Eastwood’la ilk filmim ‘Thunderbolt and Lightfoot’da çalıştığımda her gün gidip gidişattan memnun musun diye sorardım. “Michael sen işine devam et. Müthiş mekanlarda çekilmiş yüzlerce westernde rol aldım. Ama izlediğimde bir kısmından nefret ettim çünkü hepsi stüdyoda çekilmiş gidiydi” derdi. Kast ettiği şuydu, çektiğiniz mekanın ruhuyla bağ kurmak zorundasınız. Cesaretten bahsediyorum. Film çekmek, yönetmek, rol almak hepsi cesaret meselesidir. 
 
Clint Eastwood’la dostluğunuzu göz önüne aldığımızda, son dönemde onunla çalışmayı düşündünüz mü?
 
Yönetmenler Birliği her yıl Akademi Ödülleri’ne aday olanlar onuruna bir kahvaltı verir. Eğer Clint adaysa ben de giderim. ‘Keskin Nişancı / American Sniper’la aday olduğunda da bu kahvaltıya gittim. Oturduk ve dedim ki, “Clint, bu harika filmi sadece sen çekebilirdin. Bunu çekebilmen kim olduğunla ilgili.” Bakın, size garip gelecek ama Clint, Hollywood’da kadınları gerçekten seven birkaç adamdan biridir. Romantik bir sevgiden bahsetmiyorum. Kadınların fikrine değer verir, dinler, onlara inanır. İlk eşi Maggie “Clint, bu sana göre değil” derse o filmi çekmezdi. Bunu Hollywood’da bulamazsınız. Özel bir adam ve özel bir iş yapıyor. Yeni insanlara şans vermekten asla çekilmez. Benim gibi New York’tan deli bir çocuğa şans verdi mesela. Sadece bana değil, birçok insana şans verdi. Savaşta bir hendeğe sığınsanız ve tepenize bombalar yağsa, yanınızda Clint gibi biri olsun istersiniz. 
 
‘The Deer Hunter’ın üzerinden çok zaman geçti ama ABD’nin devam eden savaş politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
 
Yanlış kişiye soruyorsunuz. Politikadan hiç anlamam, filmleri de politik bir mesaj vermek için çekmem. Yine de ‘The Deer Hunter’ı çektiğince sağcı faşist, ‘Heaven’s Gate’de Marksist, ‘Year of the Dragon’da ırkçı dediler. O oldum, bu oldum. Politik fikirlerle ilgili film çekmedim, karakterle ilgili filmler çektim. İlhamımı karakterden aldım. Klasik edebiyat gibi. Madame Bovary’den Emma’yı Anna Karenina’dan Anna’yı hatırlarsınız. Klasik edebiyat karakterle ilgilidir. Eğer bir karakter ve isim bulamamışsam senaryo yazmaya başlayamam. Laurence Olivier der ki, “Bir karakteri yürüyüşünü bulmadan oynayamam”. Doğrudur ama bir sahnede yürümeye çalışın ve doğal olun. Hiç kolay değildir.
 
Jeff Bridges, Isabelle Huppert ve Kris Kristofferson, 'Heaven's Gate'de.
 
Sekiz film çektiniz. Kendinizi bir sanatçı olarak görüyor musunuz?
 
Evet, görüyorum denebilir. Para kazanmak, ödüller almak için film çekmedim. Ödül ve para aldım ama bunun için başlamadım. Bazen şans yüzüme güldü, bazen gülmedi. Aklımda sürekli nasıl orijinal, nasıl farklı bir şey yaparım sorusu vardı. Mekanı da nasıl farklı yansıtırım diye düşünürüm. Asla Monument Vadisi’nde film çekemem, John Ford’a aittir orası. Onunla aynı yere kameramı koyamam. Bu gururumu kırar. John Ford’un ruhunu incitirim diye düşünürüm. Vahşi Batı’yı mı göstereceksiniz, kendi Vahşi Batı’nızı bulmanız gerekir. John Ford’un Howard Hawks’ın Vahşi Batısını gösteremezsiniz. Şehirler için de geçerlidir. ‘Year of the Dragon’ı (1985) çekerken biliyordum ki New York’un görülmemiş bir açısını bulmalıydım. Tracy adlı karakterin evini bir binanın tepesine inşa ettik çünkü farklı bir açıyı burada buldum. İki köprüyü oradan görebiliyordunuz. 
 
Filmlerinizin dijital restorasyonu süreci hakkında ne düşünüyorsunuz?
 
Mükemmel. ‘Heaven’s Gate’de çalışırken çok eğlendim. Dijital restorasyonun imkanları sınırsız.