“Para derdim de yok, şöhret de”
25 Ağustos 2016 - 05:08 | Kıyafetler: Beymen Club, Mekan: CVK Park Bosphorus Hotel, Fotoğraflar (set fotoğrafı harici): Ercan ArslanMilliyet Sanat dergisi ağustos sayısında Asu Maro, "Hayatımın Aşkı" dizisinde ilk kez bir romantik komedide izlediğimiz Berk Hakman ile hem diziyi hem de yeni filmi "Taksim Hold'em"i konuştu
ASU MARO
Berk Hakman sinemamızın ‘gizli’ starlarından. Sürekli farklı tipleri oynuyor, başrolleri değil mümkünse hikâyeye yandan dahil olan, birçok aktörün yüzüne bakmayacağı ‘arıza’ karakterleri kovalıyor ve onları parlatıyor, en tutmuş işi kafasına uymazsa bırakıp gidebiliyor, menajeri yok, ortalıklarda fazla görünmüyor. Ve bütün bunlara rağmen yaptığı her şeyi çılgınca takip eden ciddi bir hayran kitlesi var.
Ekrandaki son arıza karakterini “Kaçak”ta izlediğimiz Berk Hakman’ı şu anda kendisini görmeye hiç alışık olmadığımız bir işte; bir romantik komedide izliyoruz. Kanal D’de yayınlanan “Hayatımın Aşkı”nda esas kıza (Hande Doğandemir) akıl verirken âşık olmaya başlayan en yakın arkadaşı Kaan rolünde. Esas oğlanı (Serkan Çayoğlu) karizmasıyla biraz hırpalıyor oluşu da sosyal medyanın başlıca konularından.
“Tepenin Ardı”ndan beri onu beyazperdede izlemek için sa- bırsızlananlar içinse asıl müjde, dört yıl aradan sonra gönlüne göre bir proje bulmuş olması. Michael Önder’in yazıp yönettiği; Hakman’ın Kenan Ece, Damla Sönmez, Nezih Cihan Aksoy ve Emre Yetim ile birlikte rol aldığı “Taksim Hold’em” adlı filmin çekimleri yeni tamamlandı.
Özetle bu yıl bir görünüp beş kaybolan Berk Hakman ile hasret giderme yılı olacak gibi görünüyor.
Göreceksiniz, söyleşimiz hem çok eğlenceli hem de çok ‘otosansürsüz’ oldu. Uzun süredir bu kadar “Şimdi buna kim ne der?” diye hesaplamadan konuşan birine rastlamamıştım. Hukuki yaptırım falan düşünmeden çekip gittiği işlerde başına bir şey gelmemesini samimiyetine bağlıyor anlatırken. Haklı galiba. O kadar insanın gözünün içine bakarak dosdoğru konuşuyor, lafı eğip bükmüyor ki üzerine bir şey demek mümkün değil. Bir de parayla da şöhretle de işi olmayınca...
Asu Maro ve Berk Hakman.
Konuşmalarınızda gördüğüm, siz kendinizi en çok müzikle tanımlıyorsunuz. Neden müzisyen olmadınız?
Aslında vardı aklımda. Abimle çok ilgileniyorduk, pederden dolayı. Babam diş hekimi ama Erkin Koray’ın Yeraltı Dörtlüsü diye bir grubu vardı, orada gitar çalıyordu, Fikret Kızılok’la da çalıştı ama ‘80’lerde bırakmış müziği. Evde plaklar, gitarlar var, onlarla büyüdük. Ortaokuldan beri benim İstanbul’a kaçıp grup kurmak gibi bir hayalim vardı. Derken ÖSS’ye, o toplumun bize getirdiği şeye kapıldık, zaten düşündürtmüyorlar sana ne yapacağını. Bir de depremin üzerine geldi o dönem.
Adapazarı’nda yaşamışsınız depremi, ne değiştirdi o sizin hayatınızda?
Bir sabah savaştan çıkmış gibi bir şehrin içinde uyandık. Ailenden birilerini kaybetmesen de, ölüler bir tarafta, her yer harap. Öyle bir sefillik durumundayken halam Moda’daydı, “Siz gelsenize buraya,” dedi. Burada bir dünyaya daldım; sinemaya gidiyorum, daha çok CD alıyorum, kendime geldim, dedim ki “İnşallah İstanbul’u kazanacağım”. Ama Antalya Akdeniz Üniversitesi oldu. Turizm İşletmeciliği Bölümü. Orada da bunalım içerisinde dolanırken baktım bir tiyatro kulübü toplanıyor, dedim “Acaba girsem mi? Bir değişiklik olur, kafa dağılır”. Öyle başladı. Bizi çalıştıran da Mehmet Özgür. O Antalya döneminde ben araştırmaya başladım, konservatuvara nasıl giriliyor, çıkınca ne yapabilirim. Sonunda sınava girdim, Mimar Sinan’ı kazandım. Bir yandan da B planımı yaptım, iki senelik ön lisans diplomamı aldım Akdeniz Üniversitesi’nden, en kötü giderim lüks otellerden bir tanesinde animasyon şefi olurum diye.
Ama bir film geldi, planlar değişti...
Biraz öyle oldu. İkinci sınıfın sonlarına doğru Taylan Biraderler “Okul” filmini çekecekmiş. Bergüzar Korel benim sınıf arkadaşım, o söyledi. Deneme çekimine gittim, aldım rolü. Ondan sonrası gelişti zaten. Tomris Giritlioğlu’yla “Seher Vakti” diye bir diziye başladım, sonra üç diziyi onunla yaptm.
Pek plan yaparak değil, önünüze geldiği gibi çizmişsiniz yolunuzu anladığım kadarıyla.
Yok hiç plan yapmam. Depremin öğrettiği şeylerden biri o, Kısa vadeli hedef olabilir de, “İleride şunu yapacağım, bunu başaracağım,” bende öyle bir şey yok.
“Hatırla Sevgili” sizin için bir tür dönüm noktası oldu.
Kendisi de efsane bir iş olduğu için, hepimize bir zirve yaptırdı. Çok şey öğretti bize ve ilk defa böyle bir şey anlatılıyor. Yapıldı bazı filmler ama bence iyi işler değildi. Televizyonda, iki sezon boyunca böyle bir şeye devam ettik ve hiçbir şekilde bir sansür uygulanmadı, sadece Deniz’lerin idamında bir kelime söylenmedi, o kadar. Dönemle ilgili eskiden basılmış kitaplar 50., 60. baskıya ulaştı, şarkıları her yerde çalıyor, bayağı bir efsaneydi.
Buna rağmen siz onu bırakabildiniz...
Bıraktım evet. Yapımla ilgili yaşadığım bir sorun vardı. Bir sıkıntı yaşadığımda o çözülmüyorsa ben gidiyorum. “Sizden bir şey de istemiyorum, beni bırakın,” dedim, gittim.
Bu son gidiş de olmayacakmış...
Ondan önce başladı, ben “Kırık Kanatlar”dan da ayrıldım. Verilen bazı sözler tutulmadı. Kimse karşısındakini kendisin- den daha az zeki sanmamalı. Hocamız zeliha Berksoy “Cin olmadan adam çarpmaya kalkışmayın,” derdi, o hesap. Ben sıkılıyorum, bir şey konuşmuşuz, uyulmadığı zaman gitmek is- tiyorum. Benim bir para derdim yok, şöhret derdim yok.
“Adım geçimsiz oyuncuya çıkar” diye korkmadınız mı?
Onu düşünmedim, o benim kulağıma geldi daha sonra. Bir yapımcıya gidiyorum, “Çok zor bir insanmışsınız,” diyor. Ben de sana anlattığım gibi anlatıyorum. Bak kaç yıl geçmiş hâlâ herkes arıyor, demek ki anlatılanların anlamı yok. Bu arada, bu işe girdim, sektörle ilgili hiçbir bilgim yok, kendi bildiğimi oku- yorum. “Çekerim giderim,” diyorum, hukuki yaptırımlarla ilgili bilgim yok, avukatım yok. Belki de çok samimi olduğumdan kimse bana bir şey demedi. Menajerim yok, her şeyi kendim öğrendim. O deri koltuklarda ellerim terliyor, para konuşuyo- rum, o yapımcının gözlerine bakıyorum, ne kadar samimi? Hepiniz servet sahibi insanlarsınız, ben orada bir oyuncuyum, beni çağırmışsın, bana niye ihtiyacın var? Yeteneğimle ilgili mi, görüntümle ilgili mi, bunu soruyorum, neden çağırıyorsun beni? Bir para söylüyorum, bir istekte bulunuyorum, bütün bunları belki göz göze konuşmak benim avantajım oldu.
Neden menajer tercih etmediniz peki?
Baktım işini iyi yaptığın zaman arıyorlar seni. Ve bir iş seçmek bu kadar zor değil. Sen 25 yaşında bir insansın, birisi gelecek sana “Oğlum şunu yapma, kızım bak bu senin kariyerin için önemli olur,” diyecek. “Peki bu arada sen kimsin?” diye soru- yorum ben işte. “Dramaturjiyle ilgili bir bilgin var mı, senaryoyu okuyup rolü nasıl seçip seçmeyeceğimle ilgili ne diyorsun Allah aşkına?” Biraz da insanlara zor güvenen insanım. Şansıma güzel projelerde de rol aldım. Tomris Hanımla üç iş yaptık, hepsi de toplumsal, sosyolojik olarak bir şeylerden bahseden, içleri dolu rollerdi. Bir Yunan askerini oynadım, mübadeleyle ilgili bir şeydi, öbür tarafta devrimciler, ‘68 kuşağı, “Seher Vak- ti”nde Alevi - Sünni meselesi var, Alevi’yi oynadım. Arkamda böyle sağlam roller olunca da yapımcılar sürekli aradılar. Çok da doğru yaptığımı düşünüyorum.
Gerçekten ciddi bir rol çeşitliliği var arkanızda.
19 - 20 yaşından beri bunu istedim. Çünkü dünyada büyük aktörlerde gördüğüm buydu. Her şeyi aynı oynayan oyuncu iyi oyuncu değildir. Bizde doğal oynayanı çok severler. Öyle bir şey yok. Bunu ben söylemiyorum, ruslar oyunculukta bir metot, teknik varsa, hepsini oluşturmuş insanlar, onlardan öğrendiğim bu. Kendini değiştireceksin. Bunları okudukça “Bu matematik bir şey,” diyorsun, “Bunu yapmalıyım”. Şansıma, üç tane Türkiye tarihinin karışık dönemlerinden rol oynayınca, başka başka roller gelmeye başladı. Ayrıca ben gelen rolleri reddedip o projedeki başka rolleri talep ettim. “Es Es” geldi mesela, başrol, buna benzer bir şey daha önce oynamışım, yan tarafta arıza bir adam var, bir de onda deneyeyim kendimi dedim, kafamı kazıtayım, farklı bir şey deneyeyim, oktavım nedir benim... “Es Es”le öyle bir kırılma yaşattım kendime, o çok güzel oldu.
“Suskunlar”da da bayağı arıza ve tırnak içinde ‘kötü’ bir adamı oynadınız.
“Suskunlar” zaten çok özel bir seçimdi. Bir de bizim insanımız maalesef rollere şöyle bakıyor: “Bu dünyada sadece iyi ve kötü rol var,” bitti. Yapımcılar ve casting direktörleri de böyle bakıyor. “Bu çocuk bunu oynadı, gene bunu oynasın”. Hep aynı şeyler geliyor, hepsini reddediyorum. Al Pacino’ya bakıyorsun, Sean Penn’e bakıyorsun, kötünün tonlarını oynamak ustalığa götürüyor seni. Git tipini değiştir, sesini değiştir, yürüyüşünü değiştir, oyuncusun. Yoksa hep aynı şeyi oynamaya devam edersin. Ama uçuyorum tabii, böyle bir senaryo zenginliği yok.
Bazı oyuncular televizyondan seyirciyle farklı bir ilişki kurmayı, evimizin oğlu, kızı olmayı tercih ettikleri için kötü karakterleri istemiyorlar bence.
Tabii canım, bir sürü aktör cesaret edemiyor. Tamam, malzemen var, iyisin. Ama hep aynı şey. Çünkü korkuyor, o iş rating alamazsa “Başka bir şey oynadı ondan tutmadı,” diyecekler. Onun için ben başrol almamaya çalışırım. zaten içleri dolu değil çoğunun. Hep yandaki karakterler daha renkli olur. zaten niye alayım, haftada beş-altı gün çalışacaksın, bütün televizyon programlarına çıkman gerekecek, ben böyle iyiyim. Ancak söyleyecekler, “Berk Bey, şu kadar gün çalışacaksınız, 20 bölümde bitecek”, o zaman alırım. Çünkü bizimkilerin sınırı yok ki dizi iyi gider uzatıp dururlar. Bak, nasıl kaçtı Meryem Uzerli, delirttiler kadını. Hiç öyle bir şey yaşamak istemem.
Bu arada “Suskunlar”ı da bıraktınız. Onda ne oldu?
İlk sezon muhteşemdi, ikinci sezon senaryo beni çok tatmin etmedi. Başta kurduğumuz karaktere çok uymuyordu bence. Ve ben o ilk 17 bölüm sete giderkenki enerjimde, o role vermek istediğim emek ve çabada bir düşüş yaşadım. Boşa salladığımı düşünmeye başladım. Benim de sözleşmem 26’ya kadardı, zaten ben ayrıldıktan iki bölüm sonra da dizi bitti.
“Aşk üçgeninde oynamak istemiyorum” demiştiniz. Şimdi “Hayatımın Aşkı”nda tam da bir üçgenin içindesiniz.
Bunu neden kabul ettin diyorsun, cevabı var. Bu bir roman- tik komedi olduğu için daha da ters köşe, olabilecek en tatlı şey. Daha önce hiç böyle bir dizide oynamadım. Ama sorarsan “Karakterimden deli gibi memnunum, inanılmaz bir karakter yarattım” diyecek değilim. Sadece çoğu oynadığım şeye tamamen ters, bu da zaten beni ilgilendiren şey. Motor kullanan bir adam, motor dersleri aldım, yemek yapmayı seviyor. Ayrıca ekip güzel, zamanlaması uygun, yapımcımız çok iyi. Hani ben zormuşum ya, işte oyuncunun hakkını veren ve bazı şeyleri zor- laştırmayan yapımcılar var. Bütün bunlar üst üste bindi, bunu kabul etmezsin de neyi edersin? Ömrümüz boyunca âşık, içine kapalı ya da arıza adamları mı oynayacağız?
Hakman, "Hayatımın Aşkı" dizisinde Hande Doğandemir'in canlandırdığı Gökçe'nin arkadaşı Kaan rolünde.
Olayların nereye gideceğini biliyor musunuz?
Hiç bilmiyorum. Çok merak da etmiyorum açıkası. Sen kafanda bir şey kurarsın, öyle gelmeyince moralin bozulur. Beklediğin şeyler gelmiyor ki hayatta. Nasıl olsa seni dinlemeyecekler. Herhangi bir senarist için konuşuyorum, öyle oyuncularla konuşup “Şöyle bir şey mi yapsak?” diye soran senarist görmedim. Çok isterdim, özellikle kendi filmografimdeki bir iki filmde bunu yapmak. Biz de az da olsa bir dramaturji dersi aldık, oyun çözümlemeye antrenmanlıyız ama senaristlerde özgüven mi fazla bilmiyorum, “Ben ne yazarsam o” gibi. Bazen bir cümleler geliyor, bizim dizi için söylemiyorum, senelerdir gözlemlediğim bir şey, “Arkadaş, bu senarist bu cümleyi nasıl yazdı?” diyorsun. Sonra bu adamdan özgün bir hikâye bekliyorsun, çok zor.
Dizilerdeki karakter seçiciliğiniz daha fazlasıyla filmlerinizde de mevcut.
Aynen. Dört sene olmuş “Tepenin Ardı”ndan bu yana.
Niye öyle oldu?
Senaryo yok, geliyor bazen, ben onları kedilere yemek verirken kullanıyorum. Okuyorum, bir şey yok, ne yapayım çöpe mi atayım boş kağıdı? Daniel Day-Lewis de beş-altı senede bir film yapıyor, tabii ki kendimi karşılaştırmıyorum ama anlıyorum mantığını, niye boşu boşuna film yapsın, bu yorucu bir şey. Hep bildik hikâyeler, çoğu gişe için yapılıyor, vergide gider göstermek için yapılıyor, bir amacı yok.
Peki belli bir şey mi bekliyorsunuz, ya da görünce “İşte bu,” mu diyorsunuz?
Hiçbir şey beklemiyorum, gelirse şaşırıyorum. Bir oyuncu nasıl heyecanlanır biliyor musun, orijinal bir şey geldiği zaman, bir şey yaratabileceği, anlamlı bir şey. Yoksa herkes yazıyor, nasıl herkes oyunculuk yapıyor, herkes yazıyor işte.
Şimdi yeni bir film yaptınız ama nihayet.
Evet yeni bir film bitirdik; “Taksim Hold’em” ismi. Harika bir senaryo. Michael Önder yazdı ve çekti. laf olsun diye söylemiyorum, oturduğum yerden beni kimse kaldıramaz kolay kolay. Gerçekten incelikle yazılmış karaterler var içinde, hikâyesi de öyle, anlattığı şey de öyle. Ben de buna balıklama atladım. “Tepenin Ardı”nda da öyle olmuştu. “Hiçbir şey istemiyorum, neyse oynamak istiyorum,” dedim. Çünkü ben bu ülkede oyunculuk yapan biri olarak üç beş projenin haricinde bir şey ürettiğimi hissetmedim. Ancak tiyatro yaptığın zaman oluyor, orada dünyaca kabul görmüş metinleri oynadığın için, tabii ki çok daha dolu hissediyorsun. “Taksim Hold’em” de tiyatro metni gibi bir eser, oyunu bile yapılabilir.
Kenan Ece, Damla Sönmez, Emre Yetim, Berk Hakman ve Nezih Cihan Aksoy, "Taksim Hold'em"in bir sahnesinde.
Hikâyesinden bahsedelim mi biraz?
Bir gece Taksim’de bir evde geçen bir hikaye, Gezi zamanı.
Ama bir ‘Gezi filmi’ değil...
Asla. Öyle yansıtmak isteyecek insanlar da çıkacaktır ama zaten filmin bütün oyuncularını ve beni de cezbeden bu kadar basit bir fikre sahip olmaması. “Öyleydi, böyleydi, siz şusunuz, busunuz” filmi değil bu. Tamamen bizim insanımızın hâli, nasıl davrandığımız, ne yaptığımız, gerçekten bu ülkenin bir açıdan panoraması gibi geliyor bana. Çünkü bize bırakıyor; “Buyrun durum budur,” diyor, “kararınızı verin”. Birisi bir şey gösterdiği zaman onu sevmezsin, kör göze parmak. Bırak ben onla tanışayım, film seyirciyle buluşsun, o çıkarsın bir şeyleri. Bu film de gerçekten o tonda bir film.
Sizin karakteriniz nasıl?
Evde bir poker partisi düzenleniyor. Ben hikâyeye daha sonra dahil oluyorum, Fuat isminde bir karakter, eve geliyor, evdekilerden birinin kız arkadaşına yardım ettiği için. O gece orada poker oynanıyor ve bazı olaylar oluyor. Çok da anlatmayalım, hem komik hem gerilim dozu yüksek.
Oynadığınız karakterler için, mesela “Tepenin Ardı”ndaki Zafer için playlist yapmışsınız. Fuat için de yapıldı mı?
Fuat için yapılmadı. Zafer’in ruh dünyası tamamıyla başka taraftaydı, oralara ne kadar okusan da, fiziksel bir şey çalışsan da ulaşamayabiliyorsun. O zaman ihtiyaç duymuştum. Fuat’a başka bir yerden ulaşmanın yolunu buldum.
Yönetmenle birlikte çalıştınız mı karakteri?
Çalıştık, çalışmaz mıyız? Michael’la diğer oyuncularla yapılan provaların haricinde de oturup konuşurduk. Sağolsun kendi bildiğini okuyan bir yönetmen değil, oyunculara çok alan açtı. “Bir de benim görmediğim şeyi göreyim” diyebilen birisi, o çok önemli. Çünkü yönetmen var, “Bu bitti, bunu yapacaksın,” der. Tamam eyvallah ama bence bu bir diktatörlük biçimi. Öyle yönetmenlerle neyse ki hiç çalışmadım.
Emin Alper’den sonra ikinci defa ilk filmini çeken bir yönetmenle çalışıyorsunuz...
Ama ilk filmleri olmasına rağmen ikisi de inanılmaz kafalara sahipler. Ülkenin durumlarına, insanlık durumlarına çok farklı yerlerden bakabilmişler. Ama mesela senin bir menajerin olsa “Bu filmde ne işin var?” diyebilir. Burası böyle bir ülke, “Senin iki milyonluk filmde oynaman lazım,” der. Anlatamazsın ki bu filmin ruhani değerini ona, geride bırakacağın şeyi.
Az seyirciye ulaşacağını mı düşünüyorsunuz?
Bu filmleri dünyada çok iyi anlarlar maalesef. Tabii ki ne kadar salon açılırsa o kadar seyirciye ulaşacak, tamamen onların elindesin. Ama biz güzeliz ya, çekerken de eğlendik.
Kimler var başka?
Kenan Ece, Damla Sönmez, Nezih Cihan Aksoy, Emre Yetim ana kadro, bir de ben. Bu karakterlerin yaşamasını, bu hikâyenin görsel olarak hayata geçmesini hepimiz çok istedik. Bazen dizide falan olur, hiç ilgilenmezsin, orada yazanı okur gidersin, öyle değil. Tabii sinema filmi başka oluyor, yarına kalacak çocuk o. Onun için her şey iyi olsun istiyorsun.
Bir de müzik albümü bırakmayı istiyormuşsunuz...
Evet, çocuk sahibi olmayı düşünmüyorum, evlenmeyi de düşünmüyorum. Kendimle ilgili bir sürü halledemediğim problem var, bunlar dururken, hele bu ülkede çocuk sahibi olmak mantıksız geliyor bana. Çocukları çok severim, o ayrı. Bir de olsaydı üç beş sene önce olurdu, bir kişiyle alakalı. Onun dışında hiçbir zaman kimseden çocuk sahibi olmak istemedim. Şimdi en güzel çocukların filmler, müzikler olduğunu düşünüyorum. Düşünsene çocuğun olacak, iki yaşında ölebilir, dokuz yaşında kanser olabilir, 15 yaşında seni boğabilir, hiç belli olmaz ne olacağı. Ama şarkı yazıyorum ben, benim müzisyenlerle ilişkim o, John Lennon’ı kim unutabilir, oturuyorsun, mum ışığında şarap içiyorsun, yanında kız arkadaşın var, onun şarkısını dinliyorsun. Belki 50 sene sonra biri benim yazdığım şeyi dinleyecek. Bundan güzel şey var mı, seni düşünecek dünyada birisi. Seni kendi çocuğun bile düşünmeyebilir, belki aran çok kötü olacak. Ama öbürü 100 sene gider. Bir tek tiyatro öyle değil.
Acaba o yüzden mi Oyun Atölyesi’ndeki “Aşk Delisi”ne kadar tiyatroya mesafeli durdunuz?
Yok, benim oynamayı sevdiğim tekstler vardı, o konuda obsesif davrandım biraz. İnsanlar kendi yazdıkları şeyleri oynuyorlar, saygım var da birtakım garip garip şeyler oynuyorlar. Dünyada bu kadar büyük yazar varken, kimse onları oynamazken, ben de takmıştım kafayı, onlarda oynamak istiyordum. Henrik Ibsen, Arthur Miller, Tennessee Williams, Eugene O’Neill, Anton Çehov, benim için en büyük babalar. Birkaç yerden teklif geldi, oyunlarda anlaştıklarımda zaman olarak uyuşamadık, diğerlerinde tekstler benim hiç algılayamadığım şeylerdi. Tam bir seyahate çıkacaktım, Haluk Abi aradı, Bilginer, “Berkcim,” dedi, “Tiyatro yapmak ister misin?” Oyun nedir? Sam Shepard, “Aşk Delisi”. İşte o olur, çok da güzel oldu. İnsanın tiyatro yapma iştahını kabartan bir yer Oyun Atölyesi.
“Bin tane konu var, yakışıklılık mı konuşacağız?”
Ekşisözlük’te hakkınızda yazılanlara bakıyor musunuz? Bir tanesi var “Brad Pitt gibi yakışıklı olup kendini Danny DeVito sanıyormuşçasına özgüvensiz,” diyor. Gerçek mi bu?
Ama o 2003’te, tam “Okul” çekilirken yazılmıştı, ben o zaman daha da içime kapanıktım, bakma bu iyi hâlim. Yazan da tanıdığım biri, çok iyi gözlemlemiş o hâlimi.
Acaba oyuncu olarak size yakışıklı denmesiyle derdiniz mi var?
Neyse şimdi demiyorlar, eskiden o konuyla çok üstüme geliyorlardı, sevmiyorum o konulardan bahsetmeyi. Konuşacak bin tane şey varken bundan mı söz ediyorsun, eskiden bu çok rahatsız ederdi beni.
“Aşk sana verdiği şeyi eninde sonunda ödetiyor”
“Hayatımın Aşkı”nda sizin oynadığınız Kaan kıza aşk konusunda taktikler veren yakın erkek arkadaşı. Sizin var mıdır böyle şeyler konuştuğunuz kız arkadaşlarınız?
Yok canım, ben kimseye tavsiye verecek bir kapasitede olduğumu düşünmüyorum. Asla kendimi öyle göremiyorum, o başka bir özgüven istiyor. Ben kendi hayatımı çözememişim, sana ne taktiği vereceğim?
Taktikle olur mu aşk acaba?
Asla olmaz da birilerine güzel fikir vermek iyidir. Bazıları iyi fikir verir. Kaan da öyle, hoşuma gidiyor o yüzden. Ama şimdi ufaktan o da âşık olmaya başladı, “Ben ne yaptım?” diyor herhalde.
Sosyal medyada da kızın nasıl olup da Kaan’ı tercih etmediği yazılıp duruyor.
Sorma, o çok üzüyor beni. Korkuyorum senarist daha fazla yazar diye. Az gün çalışıyorum, yorulmak istemiyorum.
Bir röportajda tek bir ilişki yaşadığınızı, onun sonunda aşka inancınızı kaybettiğinizi söylemişsiniz. Neden?
Okuyup araştıran biriyim, bir ara felsefeye çok takılıyordum ve “sıfır acı nasıl yaşanır”a kadar gittim ve şu anda ben hiç aşk falan yaşamak istemiyorum. Çünkü sıkıntı verecek bana. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde adam “Ben aşktan daima kaçtım,” der. Ben de biraz öyle hissediyorum kendimi. Çünkü verdiği, sana yaşattığı şeyi eninde sonunda ödetecek, yok sonsuza kadar süreni. Ben de ilk defa böyle bir şey yaşadığım için bende acısı büyük oldu. Çok acı bir şey yaşamadık ama birisinden kopmak ne demekmiş ben o zaman öğrendim. Ben bununla baş edemeyebilirim. Görüyorsun, birisiyle beraber, iki sene geçiyor, başka birisiyle beraber. Eğer aşk oysa ben öyle bir durumda değilim. Onun için “Aşka inanmıyorum,” demişimidir. Sıkıntı çünkü, ben gerçekten bir insanı sevdiysem ondan kopamam ama vaziyetler kopmanı gerektiriyorsa en kötü şey. Bari birbirimizi görelim, kahve içelim arada. Yoksa çok acı bir şey.
“Çoğu enstrümanı kendim çalacağım bir albüm yapacağım”
Albüm hayaliniz olduğunu konuştuk. Nasıl bir şey olacak?
Karışık, ben o melodileri başka müzisyenlerden duysaydım dinleyebileceğim bir albüm yapmak istiyorum. Besteler ve sözler benim, birkaç da şiir olabilir. Ama albüm oluşurken birisi gelir, acayip bir şarkı yapmıştır, tabii ki “Gel, senin de şarkın olsun burada,” diyebilirim, tamamıyla açığım.
Siz söyleyeceksiniz şarkıları, enstrümanları kim çalacak?
Çoğu şeyi ben çalmak istiyorum. Gitar çaldım ben, bas, klavye, tuşlu çalgılarla çok uğraştım, trompetle uğraştım altı yedi ay, davul az çalabilirim. Ben kurcalayan biriyim, şuraya bana bir alet getir, ses çıkarırım ondan bir şekilde. Çocukken albümlerin kartonetlerine bakardım, bir adam her şeyi çalıyor, multi enstrümantalist. Ben tabii değilim ama çocukluk hayalim bu benim.