Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Sinema » "Karşı kültür filmlerimle hatırlanmak isterim"

"Karşı kültür filmlerimle hatırlanmak isterim"

"Karşı kültür filmlerimle hatırlanmak isterim"11 Ağustos 2016 - 10:08
Hollywood’un en köklü kurumsal düşmanı, B filmlerin babası, büyük yetenek avcısı, bilimkurgu ve korkuların efsane yönetmeni ve yapımcısı Roger Corman’la kariyerini konuştuk

NİL KURAL

Martin Scorsese, Francis Ford Coppola, James Cameron, Jonathan Demme, Jack Nicholson, Dennis Hopper, “B filmlerin babası” Roger Corman’ın keşfettiği, ilk işlerini verdiği ve kendi deyimleriyle “Roger Corman okulundan mezun” isimlerden yalnızca birkaçı. Düşük bütçeli, bilimkurgu ve korku filmlerinin efsane yönetmeni ve yapımcısı ABD’li Corman, Hollywood’un hep dışında yer alsa da, Hollywood’u tek başına değiştirmiş bir mucize.
 
Corman’la Onur Ödülü aldığı Locarno’da bir araya geldik ve yumuşak konuşan, güler yüzlü ve zehir gibi bir zekaya sahip olduğu her kelimesinden belli olan Corman’ın bilgeliğine ve birikimine şahit olma imkanı yakaladık. 
 

'B filmlerin babası' olarak tanınıyorsunuz. Şimdi değil ama zamanında B filmlerin olumsuz çağrışımları vardı. Bunu hissediyor muydunuz?

Olumsuzdan çok görünmezdi. Haklarında bir tane yazı çıkmazdı. Kimse kötü demiyordu, yoklarmış gibi davranılıyordu. Ancak gişede gençlere hitap ettiler ve izleyiciler iyi tepki verdiler. Derken ‘Machine-Gun Kelly’i (1958) çektim. Avrupa’da gösterime girdi. Biri bana Fransız basınında çıkmış bir eleştiri gönderdi. Olumlu bir eleştiriydi. İlk kez biri kaale aldı diye düşündüm. Cahier du cinema, Paris ve Londra’daki eleştirmenlerle devamı geldi. Ardından Amerikalı eleştirmenler de bu filmlere bakmaya başladı.

 

Mesleğe eleştirmen olarak başladınız. Eleştirmenler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben çok sıfırcı bir eleştirmendim, daha üniversitedeydim, dolayısıyla sert eleştiriler yazardım. Eleştirmenlerin mesleklerinde seviyelerinin değiştiğini düşünmüyorum, her zaman iyiler. Ancak eskiden daha önemlilerdi. Gazetedeki eleştirmenler, tekti alanlarında. Şimdi bloglar da var ve insanlar bilgiyi birçok kaynaktan alabiliyor. Eleştirmen yazılarını ilanlarında kullanırdık, şimdi daha az yapılıyor. Ama eleştirmenler kendi kendilerini pazarlayamayan filmlerde hala önemli. Örneğin Batman veya Spiderman gibi filmler dendiği gibi “Eleştiri geçirmez.” Daha entelektüel ve daha az görünmeyen filmlerde eleştirmenler çok önemli. 

 

Yeni Hollywood döneminin Jack Nicholson, Dennis Hopper ve Peter Fonda gibi birçok yeteneğini siz keşfettiniz. Bu nasıl oldu?

Çok param yoktu. Önemli oyuncuları tutamazdım. Ayrıca stüdyolara bağlılardı. Yeni bir yıldız da kolay yetişmediği için 50 yaşında bir adam ve 40 yaşında bir kadın oyuncunun rol aldığı ancak 18 yaşında izleyicinin bağ kurması beklenen filmler çekiliyordu. Bunu fark ettim. Ya yaşı ilerlemiş ikinci derecede isimlerle çalışacaktım ama hiçbir ismi olmayan oyuncularla… İzleyici genç, o yüzden tanınmayan gençlerle çalışayım diye karar verdim. O yüzden Charles Bronson ve Jack Nicholson’ın da aralarında olduğu oyuncularla çalıştım.

 

Karşınıza Jack Nicholson gibi bir oyuncu veya Scorsese, Coppola gibi bir yönetmen çıktığında onlardaki yeteneği nasıl fark ettiniz? Şu an oldukları efsanelere dönüşeceklerini biliyor muydunuz?

Yeteneklerini fark ettim, başarılı olacaklarını biliyordum. Sadece başarının derecesini bilemezdim.

 
Bruce Dern ve Peter Fonda ile 'Wild Angels'ın (1966) setinde.
 

Neden bir noktada yönetmenliği bıraktınız?

Çok yorulmuştum. 15 yılda 59 film çektim. Bir dönem hatırlıyorum, sabah filmi çekiyor, öğle arasında sonraki filmin oyuncu kadrosunu seçiyor, gece de önceki filmi kurguluyordum. Yatağa yattığımda, içimden “Hızlı uyumalıyım” diyordum. Yavaşlamalıydım. Bir ara verdim ve döndüğümde o kadar işimiz vardı ki ancak yapımcı olarak yetiştirebildim. Sonra da yönetmenliğe geri dönmedim. Yapımcılık daha kolay. Sabah 6.30’da uyanıp yönetmen olarak işe gitmektense 9’da sete gidip “Bu sahneyi niye öyle çektin!” demek daha kolay. Özellikle de yaşınız ilerlediğinde.

 

Sizce hangisi daha önemli, yönetmenlik mi yapımcılık mı?

Bence en ideali ikisinin bir arada olması. Ben bir süre öyle çalıştım. Ancak farklı filmlerde farklı insanlar önemlidir. Bazen yönetmen, bazen yapımcı bazen de senarist, bazen de oyuncu. Genellikle en önemlisi yönetmendir.

 

1970’lerde bir noktada Hollywood sizin gibi filmler çekmeye başladı. Tabii daha iyi şartlarla…

Bu eğilimin ilk filmi ‘Jaws’tı. New York Times’ın eleştirmeni şöyle yazdı: “Jaws’, büyük bütçeli bir Roger Corman filmi değilse nedir?” Haklıydı. Daha yüksek bütçeliydi ama eleştirmenin yazmadığı şuydu: Daha da iyi bir filmdi. İzlediğimde dedim ki, “Başımız belada, büyük stüdyolar ne yaptığımızı anladı!” Bir yıl sonra ‘Yıldız Savaşları’ çıktı. Dedim ki, “Şimdi gerçekten ne yaptığımızı anladılar!” Bu bize zarar verdi. Gişe gelirlerimiz düştü.

 

Şimdi film çekmek sizce daha mı zor?

Hayır, tam tersine çok daha kolay. Ama dağıtmak ve filmi görünür kılmak sinema tarihinde hiç olmadığı kadar zor. 

 

1959 ve 1964 arasında çektiğiniz Edgar Allan Poe uyarlamalarınızın hikâyesini anlatabilir misiniz?

Her zaman Poe uyarlamak istemiştim. Derken bir gün Amerikan International adlı şirket benden iki Poe uyarlaması çekmemi rica etti. Ben ise tek bir tane, ‘House of Usher’ı çekeyim ama üç hafta gibi benim için çok uzun bir sürede çekeyim istedim ve de filmi renkli çekmek isteyeceğimi belittim. Biraz tartışmadan sonra kabul ettiler. Başrol için ilk seçimim Vincent Price’dı. Senaryoyu gönderdim, beğendi ve kabul etti. O kadar başarılı oldu ki devamının gelmesini istediler. Bu şekilde seriye devam ettik.

 

James Cameron, “Ben Roger Corman sinema okulundan mezunum” der. Öğretme yönünüz var mı?

Evet, biraz var. Ama bence benimle tanışmasalardı da başarılı olacaklardı. Belki birkaç yıl sonra olurdu ama olurdu.

 

“Karşı kültür filmlerimle anılmak isterim”

 

Uzun kariyerinizde benim mirasım budur dediğiniz bölüm nedir?

Edgar Allen Poe uyarlamaları, ‘The Wild Angels’ ve ‘The Trip’ gibi 1960’larda çektiğim karşı kültür filmleriyle anılmak istedim. Bu filmler o dönemin kültürünü yakalayabilmişti. Genç insanlar otoriteye ve Vietnam Savaşı’na karşı çıkıyordu. Çalışmak için çok heyecan verici bir dönemdi.

 

Şimdi büyük bütçeli Hollywood filmlerinin gişede battığı bir dönemdeyiz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

James Cameron, ‘Titanik’i 100 milyon dolar bütçeyle çekti ve o güne kadar çekilmiş en pahalı filmdi. Ama filmi izlediğinizde filmde bütçenin iyi harcandığını anlayabiliyordunuz, bütçe izlediğiniz filme yansımıştı. Cameron, ‘Avatar’ı çektiğinde 200 milyona yakın bir bütçe kullandı ve bir kez daha yapım değerini perdede görebiliyordunuz. Buna bir itirazım olmaz, olsa kimin umurunda olurdu bilinmez ama… James Cameron, Christopher Nolan ve birkaç başka ismin yaptığı şekilde büyük bütçeler harcanmasına itiraz edemem. Beni rahatsız eden, 100 milyon dolar bütçenin nereye gittiğini anlayamadığınız filmler.

 

 
Vincent Price ile sette.
 
“En sanatsal filmim, gişede para kaybeden tek filmim”
 
Aynı zamanda sanat sinemasına da bağlısınız, birçok Avrupalı yönetmenin ABD’de gösterime girmesine ön ayak oldunuz. Sizin bu alana yakın filminiz hangisi?

 

Sanat sinemasına en yakın filmim Locarno’da da gösterilen ‘The Intruder’dı. 1960’larda ABD’nin Güney’inde okullarda siyah ve beyaz öğrencilerin aynı okullara gitmeye başladığı dönemi konu alıyordu. William Shatner’ın ilk oyunculuğuydu. Film harika eleştiriler aldı. New Yorklu gazetelerden birinde “Filmin bütün Amerikan sineması için önemli bir adım” olduğu yazıyordu. Bu, para kaybeden tek filmim oldu. Bu hevesimi kırdı.

 

Filmlerinizi youtube’a yüklemeniz, yeni mecraları da yakından takip ettiğinize işaret ediyor. Yanılıyor muyum?

Evet, oldukça yakından takip ediyorum. Süper kahraman filmleri gişeye damga vuruyor ve diğer filmlerin işini zorlaştırıyor. Diğer yandan netflix gibi platformlar yeni kapılar açıyor. Ben filmi sinemada izlemeyi tercih ederim. Ama kültür değişiyor ve yapacak bir şey yok. Bütün hafta sinemayla meşgul olduktan sonra “Hadi hafta sonu sinemaya gidelim” demek kolay olmasa da önemli gördüğüm filmleri hala sinemada izliyorum.

 

Filmlerinizde şiddete yer vermiş bir sinemacı olarak sinemanın şiddetle şu anda kurduğu ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence şu an sinema şiddete fazla yüklenme tehlikesi altında ve işler biraz kontrolden çıktı. ‘Slasher’ filmleri çok şiddet dolu hale geldi. Sanki izleyiciler biraz soğudu gibime geliyor. Şiddet her zaman sinemada olacak, mesele şiddetin dozu. İnsanların doğasında şiddet var. O yüzden sinemada da olacak.

 

Hiç çekmediğiniz bir tür filmi var mı?

Evet, aşk filmi çekmedim. Yeterince sinemasal olmadığını düşündüm.

 

Francis Ford Coppola gibi öğrencileriniz size filmlerinde küçük roller verdiler.

Evet, Francis Ford Coppola’yla ‘The Godfather 2’da çalıştıktan sonra Oyuncular Birliği’nden aradılar, üye olmam gerektiğini söylediler. Dedim ki, “Bu bir şakaydı, küçük roller bunlar!” Karşımdaki dedi ki, “Bu şaka çok uzadı!” Oyuncular Birliği’ne üye olmak zorunda kaldım.

 

Hollywood içinde takdir görmüş hissettiniz mi? ‘Kurum’ sizi kabul etti mi?

Biri benim hakkında yazdığı bir makaleye, “Hollywood’un en köklü kurumsal düşmanı” başlığı atmıştı. Bir ayağım kurumda bir ayağım kurumun dışındaydı. Hâlâ Hollywood’un içinde hissetmiyorum ve orada olmak istemedim de. Filmlerin her zaman bir sanat ve bir iş olduğunu düşündüm. İyi bir film için ikisinin bir arada olması gerekiyor. Hollywood kurumu her zaman iş kısmına çok önem verdi. Kendime sanatçı demem ve zanaatkar olduğumu düşünüyordum.