“Güce olan zaafımızı incelemek istedim”
19 Şubat 2016 - 01:02 | Sebastian Hülk, Aslı Özge'nin yönettiği 'Auf Einmal'ın (Ansızın) başrolünde.Aslı Özge, Berlin Film Festivali'nin Panorama bölümünde dünya prömiyerini gerçekleştirdiği 'Ansızın' (Auf Einmal) filminde hem Türkiye hem de Almanya'da yaşanan olaylardan esinlenen bir hikayeyi anlatıyor
NİL KURAL / Berlin
'Köprüdekiler' ve 'Hayatboyu'nun ödüllü yönetmeni Aslı Özge, yeni filmi 'Ansızın'ın (Auf Einmal) dünya prömiyerini 66. Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde gerçekleştirdi. Film, Karsten adında genç bir adamın (Sebastian Hülk) bir trajedinin ardından yaşadıklarına odaklanıyor. Özge ile ‘Ansızın’ı konuştuk.
Filminizin gösteriminden önce ilk Almanca filminizi çektiğiniz için çok heyecanlı olduğunuzu söylediniz. Nasıl gelişti bu proje?
Berlin ve İstanbul arasında uzun yıllardır sık gidip geliyorum. Ancak bir ülkede film çekebilmek için o ülkenin iç dinamiklerini, sistemini, kurumlarını, insanlarını iyi tanımak gerekiyor. Özellikle sistemi eleştiriyorsanız ve o toplum adına bir şeyler söylemek istiyorsanız oraya hakim olmak gerekiyor. Artık zamanının geldiğini düşündüm.
Aslı Özge.
Filmde, güç ve nüfuz sahibi olmak ve erkek dünyasının işleyişiyle ilgili temalar var. Bunlara nasıl karar verdiniz, Almanya’da da yaşayan ve Almanya’da büyümemiş biri olarak?
Sonuçta hangi ülkede yaşarsak yaşayalım, içinde var olduğumuz toplum üzerimizde çeşitli baskılar oluşturuyor, çok iyi görünmek, hata yapmamak, mükemmel olmak zorundayız. Dolayısıyla bütün bu baskıları hissediyoruz. Özellikle de insan bir hata yaptığında ya da hata yaptığına inanıldığında, herkesin birbirini tanıdığı küçük bir yerde bu baskıyla yaşamak nasıldır? İnsan doğası üzerinde bu durum nasıl bir baskı oluşturur? Temelinde bununla ilgili bir film çekmek istedim. Kendimizi zayıf hissettiğimiz zamanlar en agresif olduğumuz zamanlar galiba. Bir yandan da ne kadar agresif olursak toplumda o kadar güç kazanabiliyoruz. Bu karşıtlık ilgimi çekti. Ana karakterim Karsten’ı yazarken politikacıları düşündüm. Diyelim acı bir olay oluyor, birden çok da anlam veremediğimiz bambaşka bir olay yaratılıyor. Konu değişiyor ve ilk olay kenarda kalıveriyor. Bir yandan da bir politikacı ne kadar sert ve kendinden eminse, o kadar çok halkta güven uyandırıyor. Güce karşı zaafımız nereden kaynaklanıyor, onu incelemek istedim kısaca.
Türkiye’de ve Almanya’da film çekmek arasında nasıl farklar var?
Çok farklar var elbette. Mesela Türkiye’de çok uzun saatler çalışılıyor. ‘Hayatboyu’nu çekerken günde 18 saat çalışıyorduk. Korkunç bir tempo. Almanya ise çok korumacı çalışanlara karşı ama biraz fazla korumacı. 10 saati geçirdiğiniz anda hoşgörü kalmıyor. İkisinin arasında bir şey olabilse keşke. Almanya biraz daha esnek olsa, Türkiye’de de insanların sağlıkları ön planda tutulsa.
Filmin hikayesinde Defne Joy Foster’ın hayatını kaybetme sürecini akla getiren bazı detaylar var.
Genç bir kadının nedeni bilinmez bir şekilde öldüğünü gazetede ve internette okuduğumda Berlin’deydim. Televizyon seyreden biri değilim, hele Berlin’de olduğum zaman internetten gazetelere bakmasam ne olup bittiğinden hiç haberim olmuyor, kadının kim olduğunu, ne yaptığını pek bilmiyordum. Ama beni film yapmaya iten bu olayın kendisi olmadı. Anladığım kadarıyla olayı tasvip etmeyen bir gazeteci, “Öldüğü için ona saygı mı duyacağız,” anlamına gelen bir şeyler yazmıştı. Sadece kadın olarak değil, bir insan olarak da sinirlendim. Ancak Türkiyeli kadın yönetmenlerden beklendiğinin aksine, toplumun kadının üstünde yarattığı baskıdan çok, bir bireyin üzerinde hissettiği baskıyı anlatmak istedim. Kısaca yanınızda birisi ölüyor ve hayatınız altüst oluyor. Bu, insanın hem karakterini hem hayata bakışını nasıl değiştirir? Beni öncelikle ilgilendiren buydu. Beni ne o olayın kahramanları ne de gerçek olayda olanlar ilgilendiriyor.
Zaten olaya sadece çıkış noktası olarak benziyor, yoksa karakterler ve arka planları çok farklı.
Evet, beni ilgilendiren böyle bir olayın sosyal bir açılıma neden olmasıydı, olayın kendisi değil. Filmin başında ‘Hamlet’ten bir alıntı var. O sırada 'Hamlet' beni çok meşgul ediyordu. Karsten da Hamlet gibi güçlü bir babanın oğlu, konformist bir hayatı var. Sanki babası o taşra kentinin kralı, Karsten de prensi gibi. Daha sonra başına gelenler yüzünden çevresindekilerin ne kadar da iki yüzlü olduğunu görüyor. ‘Ansızın’, aynı zamanda geç kalmış bir büyüme hikayesi.
Filmin basın toplantısından bir kare.
Filmde hayatını kaybeden Anna’nın Rus göçmeni olması yüzünden küçümsenmesi, Almanya ile ilgili bir gözleminiz mi?
Bütün dünyada böyle değil mi? Bir ülkeye kendi yaşadığı yerden daha iyi bir hayat elde edebilmek için taşınanlar hep farklı bir sınıf olarak muamele görüyor. Yıllar sonra bu insanlara Alman pasaportu veriliyor ve “Siz de Almansınız,” deniyor. Ama istenmeyen bir olay olduğunda “Siz aslında Russunuz,” denebiliyor.
İzleyiciyle film arasına mesafe koyan bir yönetmenliğiniz var. Ama yazarken Karsten gibi bir karakterle siz aranıza nasıl bir mesafe koyuyorsunuz?
Sinemada ana akım izleyicisi karakterle özdeşleşmek istiyor ama auteur tarafında sinemanın ana amacı bu olmamalı. Herkesin iyi ve kötü tarafları olduğuna ve kötü taraflarının daha çok olduğuna inanıyorum. Karsten anti bir karakter, hatta başlarda insanın sinir olacağı kadar pasif, sonra ise insanın sinir olacağı kadar aktif bir karakter. Aslında filmde hiç kimse çok iyi değil. Herkes egoist ve kendini düşünüyor. İnsanın kendini bu kadar önemsediği ve samimiyetin olmadığı bir dünyada ben iyiliğe inanmıyorum. "Bizi bu noktaya getiren nedir?" sorusu hep aklımda.