Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Sinema » 'Ciddi, yoğun, entel bir film'

'Ciddi, yoğun, entel bir film'

'Ciddi, yoğun, entel bir film'09 Eylül 2015 - 10:09 | Sinema yazarımız Nil Kural, Orhan Pamuk ile.
Grant Gee’nin Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ni merkeze alan filmi ‘Innocence of Memories’, Venedik Film Festivali’nde önceki gün prömiyerini yaptı. Pamuk filmle ilgili olarak Milliyet’e konuştu
NİL KURAL / Venedik
 
İngiliz belgeselci Grant Gee’nin yönettiği ‘Innocence of Memories’ (Hatıraların Masumiyeti), Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ni ve Orhan Pamuk’un şehirle ilişkisini merkeze alan bir belgesel. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nin Venedik Günleri bölümünde önceki akşam yapan belgesel vesilesiyle Orhan Pamuk’la Venedik’te bir araya geldik.  
 
‘Innocence of Memories’de sizin belgesel için yazdığınız bir metin dikkat çekiyor. Bu metinde romanın karakterlerinden Ayla’nın sesini duyuyoruz.
 
‘Innocence of Memories’, ‘Masumiyet Müzesi’ adlı romanımın filmleştirilmiş şekli değil. Bu, romanımdan, hayat hikayemden ayrıca Grant Gee’nin kamerasından geceleri gözüken İstanbul’un hikayesi. Filmin üçte biri ‘Masumiyet Müzesi’ adlı romanın yeniden anlatılışı. Ama romandaki küçük bir kahraman, Füsun’un arkadaşı Ayla, İstanbul’dan 12 yıl uzak kalıyor sonra bugünkü İstanbul’a geliyor. Yani ‘Masumiyet Müzesi’nin hikayesi, bir anlamda yeniden ama bugünün gözünden görünüyor. Grant Gee’nin kamerası bugünkü yüksek binaları veya şehrin bazı çevrelerindeki yıkımları görüyor. Gezi Parkı’na bu yıkımlarla ve betonlaşmayla ilgili olduğu için hafifçe dokunuyor. Füsun ve Kemal ölmüş ve Ayla sayesinde biz anlatıcı bir ses de buluyoruz. Bu filmde benim metinlerimle ilgili iki tür çalışma var. Birincisi ‘Masumiyet Müzesi’, ‘Kara Kitap’, ‘İstanbul’ kitaplarımdan ve makalelerimden alınmış cümleler ve paragraflar.... Bunları Grant Gee kendi seçti. İkincisinde ise Grant Gee geceleri İstanbul görüntüleri çeker ve bunları bana Londra’dan yollardı. “Böyle bir şeyler çektim ne diyorsun?” diye sorardı. Ben de derdim ki, “Buna bir şey yazmak isterim, çok güzel.” Ama bunu Ayla’nın sesine; gördüklerimizi bir kahramanın kelimelerle söylediklerine uydurarak yazdım. Birazcık filmde Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun mensur şiir dediği, düz yazı şiir havası da var. Bazı görüntüler görüyoruz, derken bir ses bir şeyler anlatıyor. Ama bu ses gördüğümüz görüntüleri açıklamıyor. Görüntülere paralel koşut şiirsel bir söylemde bulunuyor. Filmin en çok sevdiğim yanları bunlar. Ama bu, yorucu da yapıyor filmi. Gözümüz bir şey görüyor, metin başka bir şey söylüyor. İkisi arasındaki birliği, aklımız yakalamalı. Gee’nin filmi çok sevdiğim bir film ama dikkat! Çünkü zor bir film. Orhan Pamuk’un okumadığınız ‘Masumiyet Müzesi’ adlı romanının bir melodram dizisi gibi şekerlendirilmiş bir şekli katiyen değil. Ciddi, yoğun, entel film ve böyle olmasından memnunum.
 
Pamuk'un kitabından yola çıkarak yarattığı Masumiyet Müzesi belgeselin odak noktalarından.
 
Açılan İstanbul Bienali’nde eserleriniz sergileniyor, Venedik Film Festivali’nde katkınız olan bu film izleyiciyle buluşuyor. Sanatın farklı disiplinlerinin en üst organizasyonlarındaki temsiliniz hakkında neler hissediyorsunuz?
 
Edebiyat ve resim, kardeş sanatlardır. Hepsi insan kalbini etkilemeye yöneliktir. Columbia Üniversitesi’nde resim ve edebiyat ilişkisi üzerine dersler veriyorum. Unutmayın ki ben ressam olmak istedim, 23 yaşında romancı oldum. Bu faaliyetler arasında derin farklar görmüyorum. İnsanoğlu kendini bazen resimle bazen kelimelerle ifade ediyor. Bu durumdan memnunum. Ayrıca sanat, bienal ve film dünyası beni ilgilendiriyor. İlk defa bu düzeyde bir film festivalinde bulunmuyorum.
 
Ömer Kavur’un ‘Gizli Yüz’ünün senaryosunu kaleme almıştınız.
 
Evet, 1991’de rahmetli Ömer Kavur’un çektiği ‘Gizli Yüz’, Venedik Film Festivali’nde gösterilmişti. Oyuncular, yönetmen ve oyuncular gitmişti. Ama o zamanlar senaristleri adamdan saymıyorlardı veya ben meşhur değildim, ben evde kaldım, beni götürmediler. Şimdi 25 yıl sonra buraya başka bir vesileyle gelmiş olmaktan memnunum. Cannes’da da 2007’de jüri üyeliği yapmıştım. Cannes’da 15 gün bulundum, her gün iki film izliyorduk. 
 
Liverpool’un Terence Davies’i New York’un Sidney Lumet’si gibi şehrin anlatıcısı büyük sinemacılar vardır. İstanbul’un böyle bir şehir anlatıcısı yönetmeni var mı sizce?
 
Lütfi Akad’dan beri Türk sineması İstanbul’u epey anlatmıştır. Halit Refiğ, Akad gibi yönetmenler... Yönetmen adı da önemli değil, anonim bir niteliği de vardır eski Türk filmlerinin. Kanallarda eski Türk filmlerini seyretmeyi severim. Tıpkı Ara Güler fotoğrafları gibi. “Hatırladın mı eskiden arabalarda bu vardı, burada bu dükkan vardı” dediğim gibi, o filmlerin hepsinden çıkan bir duygu vardır. Hüzün veya eski İstanbul taşralılık duygusu denebilecek o siyah beyaz duyguları, filmler verir bize. Ben lisedeyken Türk filmi diye bu filmler küçümsenirdi. O dönemleri geçtik, şimdi o filmlere bir özlem duyuyoruz. Bu özlemimiz, eski İstanbul’a duyulan özlemle birbirine karışıyor.
 
Rutkay Aziz ve Fikret Kuşkan, senaryosu Pamuk'a ait Ömer Kavur filmi 'Gizli Yüz'de (1991).
 
‘Innocence of Memories’de İstanbul’da mekanların kaybolmasıyla hatıraların kayboluşunu işleyen bir bölüm var. Romanlarınızda bahsettiğiniz yerler mekanlar da değişiyor. Nesiller geçtikçe okuyucunuzun kitaplarınızla kurduğu ilişkinin değişeceğini düşünüyor musunuz?
 
Bu hisler çok karmaşık ve insani... Ben doğduğumda 1950’ler İstanbul’unda ahşap binalar vardı, yandı gitti. Herkes “Ah çevre yok oluyor,” der ama yakın zamanda ahşap İstanbul evleriyle ilgili bir kitap yayınlandı ama kimse elini uzatıp almadı bile. Genellikle hepimiz şehir gidiyor deriz ama aslında kendi yaşlanmamızı ifade ederiz. Demografik duruma bakalım. Bu şehrin nüfusu 1 milyondu şimdi oldu 15 milyon. Evet, inşaatlar lazım ama tabii güzel olması, yeşilin korunması ve düzenli büyüme lazım. Şikayetimiz inşaat yapılmasına değil, bunun düzensizliğine ve güzellikten yoksun olmasına yönelik. Yüksek binaya karşı değilim. Fütüristler yüksek bina yapıyorlar ama bir felsefeleri ve tutkuları var. Bizde ise yüksek binalar sadece metrekare hesabının sonucu olarak çıkıyor. Ortam da buna imkan veriyor.
 
‘Innocence of Memories’le birlikte roman ve müze yeni bir boyut kazandı mı size göre? Bu yüzden mi bu projeyi kabul ettiniz?
 
Bir anlamda bir hikayeyi önce bir roman olarak anlattım. Sonra müze olarak sonra da müzenin kataloğunu yaparak anlattım. Şimdi Grant Gee de başka bir hikayeyi ama yakın bir hikayeyi film olarak anlatıyor. Bunların hepsini planlamadım. Baştan planladığım bir gün bir müze açacağım, içindeki eşyalar, yazdığım bir romanın içindeki kahramanların gördüğü manzaralar ve kullandığı eşyalar olacak; sinema biletlerinden, diş fırçalarından, banka kumbaralarından kullandığımız paralara, kartpostallara kadar sergileyeceğim dedim. Onu  yaptım, yaptım demek kolay değil, hayatımın 8 yılını götürdü. Yaptığım için memnunum. Şimdi onun yan ürünleri oluyor. Grant Gee’nin filmi yan ürünü değil, kendi içinde özgün bir film. 
 
‘Innocence of Memories’ bir uyarlama değil ama romanlarınızın sinemaya uyarlanması hakkında tavrınız nedir?
 
Çok isterim. Dizi olmasını da isterim. Yeşilçam ve Hollywood tarzı bir film olmasını da isterim. Bunlara karşı değilim. Ama şimdiye kadar olmadı. Şimdiye kadar evde kalmış olmam, bundan sonra da olmayacağı anlamına gelmez.
 
Pamuk'a göre Grant Gee'nin filmi romanın yan ürünü değil, kendi içinde özgün bir film.
 
“Oyuncu roman okurken kafasında bir film izler” diye bir cümleniz var. Uyarlamalar, okuyucunun kafasındaki filme bir tür müdahale de demek.
 
Şunu demek istiyorum, roman okuma faaliyetinde kelimeleri okuruz kafamızda resimler canlandırırız. Benim ‘Saf ve Düşünceli Romancı’ adlı kitabımda ve Harvard Üniversitesi’nde anlattığım roman kuramım budur. Ancak uyarlamacının da kendi üslubu vardır. “Orhan ne yazmış, ben onu Orhan gibi görüyorum,” demez. Demesini de istemem. Grant Gee’nin İstanbul’a dışarıdan yabancı bakışı da benim için önemliydi. Ben de ondan bir şey öğreniyordum ve çektiklerini görmek istiyordum. Gee benim kafamdaki İstanbul’u resimlemiyor. 
 
Gee’nin bakışında sizi şaşırtan bir şey oldu mu?
 
Film, yapılan yüksek apartmanları veya mesela Dolmabahçe stadyumunun yapılışını gösteriyor. Ama tuhaf bir şekilde benim ‘İstanbul’ ve ‘Kara Kitap’ta anlattığım eski İstanbul ile beton İstanbul’u uyumlu şekilde birleştiriyor. Filmin başarısı bence bu. Yalnızca nostaljik, eski Ara Güler fotoğrafları görmüyoruz bu filmde. Betonu, tatsız vitrinleri, günlük hayatta çirkin veya sıkıcı dediğimiz yerleri sanki Ara Güler fotoğraflarıymış gibi görüyoruz. Filmin başarısı bugünün İstanbul’unu bize başka türlü görmeyi göstermesidir. Belki de Gee’nin dışarıdan gelen bir yabancı olması şehrin sürekliliğini görmesini kolaylaştırmıştır. Gee’nin o betonlar içinde de bir şiirsellik bulduğunu söyleyelim. İnsan varlığı, kırık dökük köşeler, betonun verdiği yalnızlık, gölgeleri görüyor. Bunlardan eski İstanbul duyarlılığı gibi bir şey yaratması benim için sürpriz oldu. 
 
Eserlerinizde sıklıkla işlediğiniz, filmde de yer bulan hüzün duygusu, bu değişimle nasıl etkileniyor?
 
‘İstanbul’da da anlattığım gibi şehrin bize verdiği hüzün duygusu biraz da Avrupa’nın kenarında çok fakir olmakla, sanki bir geleceğimiz yok gibi hissetmekle ilgiliydi. Son 15 yıllık ekonomik gelişmeler bu duyguyu azalttı. Adam başı gelir 3-4 kat arttı. 2003’de ‘İstanbul’ çıktığında genç okurlar, “Bizim şehrimiz bu kadar da hüzünlü değil Orhan Bey, bu kadar siyah beyaz değil. Bizim İstanbul’umuz daha renkli eğlenceli, bize mutluluk veriyor” dediler. Şehirlerin hissettirdiği duygular sonsuza kadar devam edecek diye bir şey yok. Benden sonraki kuşaktakiler başka bir şey görebilir ve hepimize okutabilirler. 
 
Türkiye’de yaşanan üzücü gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
 
İçimiz kan ağlayarak seyrediyoruz. Kürt sorunu konusundaki tarih barışın herkes için çözüm olduğunu söylüyor. Barışı kimin bozduğu önemli değil, lütfen barışı çabuk kuralım.