"'93 Yazı', benim hikâyem”
26 Haziran 2017 - 01:06 | Carla Simón ve Laia Artigas, '93 Yazı'nın setinde.Türkiye 23 Haziran’da gösterime giren ve altı yaşındaki Frida’nın geçirdiği zor bir yaza odaklanan ’93 Yazı’nın yönetmeni Carla Simón’la filmini konuştuk
NİL KURAL
Türkiye’de 23 Haziran’da gösterime giren ’93 Yazı’ (Estiu 1993), Berlin Film Festivali’nden En İyi İlk Film Ödülü almış, geçen yılın en beğenilen filmlerinden biri. Ailesini kaybeden 6 yaşındaki Frida’nın dayısının ailesiyle başladığı yeni hayatı konu alan filmi yönetmeni Carla Simón’la konuştuk.
’93 Yazı’nın otobiyografik yönünden bahsedebilir misiniz?
’93 Yazı’, benim hikâyem. Babamı üç, annemi altı yaşındayken kaybettim. Ardından annemin vasiyeti üzerine 1993 yazında, şehirden taşrada yaşayan yeni ailemin yanına taşındım: Dayım, eşi ve kızlarının yanına. Dolayısıyla film kendi deneyimlerimden ilham alıyor. Karakterler gerçek ve mekânlar benim büyüdüğüm yerler. Senaryoyu yazmaya başladığımda dayımın evlerinde iki hafta kaldım ve olabildiğince malzeme topladım. Çocukluk fotoğraflarıma baktım, ebeyenlerimle uzun sohbetler ettim ve anılarımı kağıda döktüm. Ama bu, sadece başlangıçtı çünkü bazı anılarım çok soyuttu. Duyguları hatırlıyordum ama çok fazla sağlam anektot yoktu. Dolayısıyla bunları görsel olarak ifade etme yolları aradım. Ayrıca bu anıların bir film akışı yoktu, elimdeki malzemeyi Frida’nın psikolojik yolculuğuna çevirmem gerekiyordu. Film, yaratılmış ve gerçek anların bir karışımı. O kadar uzun süredir bu malzemeyle çalışıyorum ki, artık ne gerçekten oldu, ne olmadı bilemez durumdayım. Filmin oluşma süreci çok yoğun bir yolculuktu, profesyonel olarak da... Bir katarsise ihtiyacım olmadı çünkü kendi hikâyemi hayatım boyunca yaşadım. Diğer yandan da film kendi çocukluğum, yeni ailem ve o dönemki hislerimle yeniden bağ kurmak için çok yararlı oldu.
'93 Yazı', Carla Simón için otobiyografik bir film.
Frida’nın zengin iç dünyasını filme nasıl yerleştirdiniz?
Çocukluğumdan malzeme topladıktan sonra o dönem yaşadığım Londra’ya döndüm ve senaryonun ilk taslağını bir haftada yazdım. Sanırım bir daha hiç böyle olamayacak. Taslak tamamlandıktan sonra elimdeki malzemenin ilginç olduğunu ama bir akışa sahip olmadığını biliyordum. Sorun, neyi niye hissettiğimi bilmememdi. Araştırma yapmaya karar verdim ve çocuk psikolojisi üzerine kitaplar okudum. Özellikle de çocukların ölümle yüzleşme ve evlat edinilme süreçleri üzerine. Bu kitaplarda okuduklarımla bağ kurdum. Bu, elimdeki malzemeyi düzenlemede çok işime yaradı. Frida’nın iç dünyasının daha iyi temsili de izleyiciye onunla daha derin bir bağ kurma imkanı sağladı. Koruyucu annemle konuşmalarımdan da çok faydalandım. Onun Frida’ya bakışı çok önemliydi, her taslağı okudu. Kendimi hor görmemek de çok önemliydi. Bu çok zor olmadı, çünkü bir trajedinin kurbanı olarak değil, geleceğe bakmak isteyen biri olarak yetiştirildim.
Laia Artigas’tan bu kadar güçlü bir performansı nasıl aldınız?
İlk adım, kasting’di. Kişilik olarak Frida’ya yakın bir çocuk oyuncu arıyordum. Aile geçmişleri de benim için önemliydi. Alışıldık bir aile yapısı olmayan birine bakıyordum. Mesela Laia’nın ebeveynleri boşanmış, bundan bahsetmese de, acı çektiğini hissediyordunuz. Fiziksel olarak da değişik, sıradan bir kız değil, gözlerinin arkasında bir şeyler gizleniyor gibi, ne düşündüğünüzü bilemiyorsunuz. O, seçmedeki son kızdı, onu bulduğumuz için çok şanslıyız. Ardından çok prova yapıp, sahneleri konuştuk. Oyuncular arasında bir bağ kurulmasına çalıştım.
Küçük oyuncu Laia Artigas, filmi gözünden izlediğimiz Frida rolünde çok etkileyici.
Kafanızda hep filmin 1993 yazında geçmesi fikri mi vardı?
Filmin zaman ekseni üzerine çok konuştuk. Elinde sonunda çok evrensel bir hikâye ve bugün de geçebilir. Ama 1993’te geçmesi gerektiği konusunda emindim. Özellikle çocukluğumu yaşadığım dönemde anlatmak romantik bir fikirdi. Senaryodaki bazı detaylar 1993’te geçerse anlam kazanıyordu. Sanat yönetmeni Monica Bernuy ve kostüm tasarımcısı Anna Aguilà’yla o dönemi kurarken çok eğlendik. Bu süreçte çocukluk fotoğraflarım çok işe yaradı. Ayrıca şu benim için çok önemliydi: Annem ve babam AIDS’ten öldü, AIDS o dönemde İspanya’da çok yaygındı. Şu dönemde geçseydi bu işlemezdi çünkü HIV taşıyan insanlar normal hayatlar sürebiliyor. Franco’nun ölümünün sonrası İspanya’nın tarihinin en mutlu dönemlerinden biriydi, demokratik geçmiş dönemi… Çok uzun süren bir diktatörlükten sonra özgürlük gelmişti. Aynı zaman da ülkeye çok fazla uyuşturucu girdi ve hükümet bu trafiği durdurmadı. Bazı insanlar, hükümetin insanlar uyuşturucu kullansın da politikaya bulaşmasın diye durdurmadığını söyler. Bu doğru mu bilmiyorum ama medyanın ‘eroin krizi’ dediği bir dönem yaşandı. Eroin özgürlüğü temsil eden yeni bir uyuşturucuydu. Kimse sonuçlarını bilmiyordu ama birkaç yıl sonra tedavisi olmayan bir hastalık geldi: AIDS. Bu, İspanya’da 21 bin kişiyi öldürdü, Avrupa’daki en yüksek sayı. Ebeveynlerim çok şanssızdı çünkü HIV’li insanların yaşamasını sağlayan ilaçlar 1994’te çıktı, onlar için çok geçti. Bu arka plan, aslında film bundan çok direkt olarak bahsetmese de, filmi sadece benim değil, bir neslin hikâyesine dönüştürüyor. Bunu anlatabilecek pozisyondaydım çünkü bu durum beni kişisel olarak etkiledi. Bunun sadece arka planda kalması, filmin ana meselesi olmaması da benim seçimimdi. Ayrıca bu hikâye, üç neslin hikayesi. Dedemlerin nesli eski değerlere sahip, çok muhafazakar ve Katolikler. Ebeveynimin nesliyse sol kanattan, çok özgür ve ateistler. Sonra benim neslim geliyor. Ebeveynimin neslinin değerlerini taşıyorlar ama dedemlerin değerlerinden de tortular var.
Çocukluk sizin için ne anlama geliyor?
Çocukluk bir insanın hayatının en önemli dönemi. Dünyayı keşfettiğimiz ve basit kurallarını öğrendiğimiz dönem. Aynı zamanda da kendimize bakamadığımız, yetişkinlere bizi koruyup eğitmeleri için ihtiyaç duyduğumuz bir dönem. Çocuklukta ebeveynlerimiz bize kendi değer yargılarını geçiriyor ama bizimle sonsuza kadar birlikte olamayacakları da açık. Dolayısıyla bu dönemde trajik bir gelişme olursa, yarayı sarmak zorundayız, yoksa çok uzun süre bu yarayla yaşarız. Dünyayı bir çocuğun gözünden anlatmayı sevdim çünkü bana en basit duygulara dönme zorunluluğu getirdi. Çocukların psikolojileri karmaşık gözükebilir ama davranışlarının kökenine indiğinizde her zaman çok temel, çok ilkel ve çok saf, dürüst bir şey buluyorsunuz. Çocukluğun henüz şekil verilmemiş bir hamur olduğunu düşünüyorum.
Frida’nın dürüst bir portesini çiziyorsunuz. Bazen davranışlarını onaylamak imkansız. Bu dengeyi nasıl kurdunuz?
Frida, bir çocuğun başına gelebilecek en kötü şeylerden birini yaşıyor, ebeveynlerini kaybetmek… İçinde öfke var, terk edilmiş, incinmiş. Bunu anlatmaya çalışırken, onu kurbana dönüştürmemek, “zavallı kızcağız” diye düşündürmemek istedim. İzleyiciye onun cesaretini ve geleceğe ümitle baktığını ama duygularıyla da nasıl başa çıkacağını bilmediğini göstermek istedim. Bu yüzden, hem masum ve hoş hem de zalim ve karanlık olabilen bir karakter yarattım.
“İstanbul’daki gösterim en iyilerindendi”
Film, İstanbul Film Festivali dahil bir çok festivalde gösterildi. Dünyanın dört bir yanındaki insanlardan benzer tepkiler mi aldınız?
Filmin özü, herkesi aynı şekilde etkiliyor. Filmin Berlin Film Festivali’ndeki dünya prömiyerinde ışıklar yandığında birçok insan ağlıyordu. Başta bu kadar kişisel bir hikayenin birçok insana neden dokunduğunu anlayamadım. Sanırım çocukluk, ölüm, aile, ebeveynlik ve kardeşlik evrensel temalar. Ama izleyiciler dünyanın farklı yerlerinde farklı sorular soruyor, kültürlerine göre. Mesela Fransa’da İspanya tarihinin bu dönemiyle ilgili sorular geldi. Arjantin’de bu hiç sorulmadı, Frida’nın duygusal ve psikolojik yolculuğuyla ilgileniyorlardı. İstanbul’daki gösterim en iyi gösterimlerden biriydi çünkü ben de salondaydım ve izleyici her esprili detaya güldü, çoğuna İspanya’da hiç gülünmemişti. Filmin aldığı tepkilerden çok mutlu ve şaşkın olduğumu söylemeliyim. Bazı insanlar filmden sonra gelip “Teşekkürler” dediler. Bu, bir yönetmenin duyabileceği en güzel cümlelerden biri.